Inspector Morse romanlarının televizyon uyarlaması. Dedektif Endeavour Morse’un 1965′teki gençlik yıllarındayız. Oxford Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra İngiliz ordusunda bir süreliğine şifre memuru olarak çalışmış ve ardından da polis olmuştur. Kanunlarla kısıtlı olmanın anlamsızlığını anlayınca, istifa mektubunu yazmaya başlar. Ancak bu sırada, 15 yaşında bir kızın davasına verilir ve olaylar gelişir.

Klasik bir polis-suçlu dramasının dışında bir yapım olan “Life on Mars”ta, ana karakter Dedektif Sam Tyler (John Simm), arabasıyla yolda seyir halindeyken karşına bir araba çıkar ve ona çarpmamak için aniden durur. Fakat başına olmadık bir kaza gelir. Gözlerini açtığında ise kendisini 1973 yılının İngiltere’sinde bulur. Neden ve nasıl olduysa farklı bir yere gelmiştir. Biraz kendine gelince arabasının içinde bir evrak görür ve Manchester bölgesine atandığını fark eder. Merkeze geldiğinde burasınının 21. yüzyılda da kullandıkları aynı merkez binası olduğunu anlar. İçeride ise ekip arkadaşları onu beklemektedir. Büro amiri olan Gene Hunt (Philip Glenister) ile iyi (!) bir şekilde tanışır. Hunt ve ekibinin, suç dosyalarına ve suçlulara yaklaşımlarının bilimsel ve analitik düşünceden daha çok şiddet ve işkenceye dayalı olduğunu görür. Tyler’ın da ekibe katılmasıyla birlikte, ekip suç dosyalarını çözmek için kolları sıvar. Tyler, bir yandan bu işlerle uğraşırken bir diğer yandan da geleceğe geri dönmenin yollarını araştırmaya başlar.

Sorunlu bir zihne sahip yetenekli bir polis olan saygın polis memuru John River, yakın zamanda bir meslektaşının kaybıyla uzlaşmak için mücadele eder ve trajik sonuçlarla Londra genelinde bir şüpheliyi kovalar. Şimdi yetkililerle çelişen River, sözünü tutmadığı için onu suçlayan öldürülen gencin annesine son vermeye çalışırken güvencesiz bir duruma düşer.

Genç bir siyasi araştırmacı olan Sonia Baker'ın öldürülmesi, gazeteci Cal McCaffrey'i hükümet ile büyük şirketler arasındaki karmaşık bağlantıları ortaya çıkarmaya yönlendirir.

Rainer Werner Fassbinder’in tartışmalı, on beş saatlik Berlin Alexanderplatz’ı, Alfred Döblin’in büyük modernist romanından uyarlanmış olup, otuz dört yaşına gelene kadar otuzdan fazla film yapmış üretken bir yönetmenin zirve eseri olarak kabul edilir. Fassbinder’in sürükleyici destanı, iri yarı ve çocuksu eski mahkum Franz Biberkopf’u (Günter Lamprecht) Weimar dönemi Almanya’sının yıpratıcı kentsel manzarasında “dürüst bir insan olmaya” çalışırken takip eder. Fassbinder, eşit ölçüde sinizm ve insanlıkla, olağanüstü zor bir dönemde hayatta kalmaya çalışan sıradan bir adamın devasa bir portresini detaylandırır.

İngiliz polis teşkilatı perişan durumda. Yolsuzluğa batmış, kimin ne yaptığı belli değil. Kaybolan sterlinler, öldürülen polisler derken uyuşturucu patronlarından biri infaz edilir. Bu infazın yankıları her kademeye ulaşır. Sonuçları bir tarafı sevindirirken diğer tarafı kızdırır. Baş roldeki polisimiz 3 aylık komadan uyandığında kendini bu olayların ortasında bulur.

Shaun okulundan ayrılmıştır ve genç olmanın kolay olmadığı o yıllarda kendi yolunu bulması gerektiğini fark etmiştir. çete, woody, lol, smell, milky ve geri kalanlar dönmüştür. hep beraber aşk, eğlence, iş ve geleceklerine dair bir şeyler arayışlarına devam edeceklerdir.This is England '86; 3.4 milyon işsizin olduğu, ekonomik açıdan zor bir dönem yaşayan İngiltere portresi. Milli takım, Tanrının eliyle Dünya Kupasına veda etmiştir. Senaryo, Shaun'un okuldan ayrılışı ve varolan ekonomik zorluklarda kendi yolunu bulmaya çalışması, diğer yandan Woody ile Lol'un evliliklerini iptal etmeleri üzerinden ilerliyor

Tony Soprano ve ailesi, hikâyelerine sıfır noktasından başlıyor. New Jersey'de yaşayan, dünyanın en ünlü kurmaca Mafya ailesi. 10 Ocak 1999'da yayına giren Sopranos ailesi çok fazla geçmeden herkesi etkisi altında aldı. 'New York Times'ta çıkan bir yazıda, 'Son çeyrek yüzyılda Amerikan pop kültürünün en büyük ürünü' şekilde tanımlandı. Bir avuç suçlu, hırsız ve soğukkanlı katilin heyecanlı maceralar yaşamasını beklemek normal fakat yaşadıklarının kişiye aynı sürede gülünç gelmesi hiç de alışılmış bir şey değil. HBO'nun çok ödüllü dizisi The Sopranos işte bunu başarıyor. Yaratıcısı David Chase, daha öncede Northern Exposure ve I'll Fly Away benzeri dizilerde yazar-yapımcı şekilde çalışmıştı. Asıl ismi David DeCesare olan italyan/Amerikalı Chase, dizinin büyük kısmının otobiyografik olduğunu söylüyor: 'aile işi' açısından olmasa da, aile içi birliktelikler açısından. Dizinin renkli karakterlerine ve onları canlandıran oyunculara bir göz atalım. Kendine atık idarecisi süsü sağlayan orta yaşlardaki mafya babası Tony Soprano'nun (James Gandolfini) faaliyetleri, karısı Carmela (Edie Falco), kızı Meadow (Jamie Lynn Sigler) ve oğlu Anthony Jr. (Robert ıler) vasıtası ile hiçde garip karşılanmıyor. Tony, hem karısıyla çocuklarına ve dul annesine, hem de bir 'capo' sıfatıyla New Jersey mafyasına karşı aile babası görevlerini yerine getirmeye çalışıyor. Annesi (Nancy Marchand), bir huzurevine konmaya karşı çıkıyor. Amcası 'Junior' Soprano (Dominic Chianese), devamlı Tony ile bir iktidar mücadelesi içindedir. Tezcanlı yeğeni Christopher Moltisanti ve Chris'i kontrol etmek bir sorun. Sonunda Tony Soprano çareyi pskiyatra, Dr. Jennifer Melfi'ye (Lorraine Bracco) gitmekte buluyor, fakat onun iş alanında böyle şeylerin duyulması iyi değildir, adamı mıhlayıverirler. Onun için bir psikiyatra gittiği gerçeğini olası mertebe saklı tutuyor. Argo ve vahşetin sınır tanımadığı, kara mizah serpiştirilmiş bu agresif diziyi kaçırmayın.

Farklı geçmişlerden cinayetler, intiharlar, hırsızlıklar ve algılanan veya algılanamayan belirli motivasyonların neden olduğu diğer suç türlerine ilişkin suç, korku, drama ve komedi unsurlarını kapsayan ilgisiz kısa öyküler dizisi.

Nefes kesici güzellikte ve ücra olan bu dağ kasabasında etkili, kötü güçler bulunmaktadır. Mutluluğun ve dürüst çalışmanın imkansızlaştığı bu yerde, Griffin’in hem kayıp kızı bulması, hem de gizemli geçmişiyle yüzleşmesi gerekmektedir. Üstelik, bir zamanlar geride bıraktığı bir adam, şimdi yolunun üstündedir. Davayı çözmeye yaklaştığı her adım, Griffin’in kendisi hakkında bir gerçeği daha su yüzüne çıkartmaktadır.

1988 Noeli sırasında geçen Lol, iki buçuk yıl önce meydana gelen yıkıcı olayların peşini bırakmıyor. O ve Woody, çeteden ayrıldıktan sonra kendilerini birbirleri olmadan hayatlarıyla başa çıkmakta zorlanırken bulurlar. Lol, suçluluk duygusunun yükünü taşırken Woody, yeni bir kız arkadaşla ve işyerinde potansiyel terfiyle bir ev hayatı kurmaya çalışıyor. Shaun drama okuluna başladı ve hala Smell ile ilişkisi olmasına rağmen Noel oyununda sahne alan bir kızla yakınlaştı.

Ejderha Dövmeli Kız serisiyle altın çağını yaşayan İsveç merkezli suç ve gerilim filmleri, Kenneth Branagh’nın başrolünde oynadığı Wallander ile TV’ye taşınıyor. Üç bölümlük Wallander, 2009 yılında BAFTA TV Award’dan En İyi Drama Dizisi dahil beş ödülle döndü. İsveçli yazar Henning Mankell’in dedektif Kurt Wallander’ın maceralarını anlattığı roman serisinden uyarlanan Wallander, kendine özgü ana karakteriyle suç dizisi tutkunlarını ekran başına toplayacak. Ünlü İngiliz aktör Kenneth Branagh tarafından canlandırılan Wallander, üstlendiği cinayet davalarını kişiselleştiren ve bu uğurda hem hayat düzenini hem de ailesini ikinci plana atan, işinde usta bir dedektif. Hayatı ve yaptığı işi sorgulamaktan hiç vazgeçmiyor ve işi kurbanlarla empati kurmaya kadar vardırıyor. Aynı zamanda gerçeği öğrenmek için sahip olduğu her şeyi tehlikeye atacak kadar gözü kara. İsveç’te 26 bölümlük bir TV dizisine konu olan Kurt Wallander, romanlar vesilesiyle dünya çapında da tanınan bir karakter. Almanya’da Wallander roman serisinin satışları, Harry Potter’ı geçmiş durumda. Öyle ki, Henning Mankell İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar geçen süre içinde, ülkenin en çok okunan yazarı. Dizinin İsveç versiyonunu izlemeyen Branagh, Wallander’ı kendine has bir şekilde yorumlamaya karar vermiş. Aktörün performansı, 2010 yılında BAFTA TV Award’da kendisine En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandırdı. Emmy ve Altın Küre adaylığı da cabası.

Amerika’nın 26. büyük şehri, Maryland eyaletinin ise en büyük şehri Baltimore’un yaşamadan bilemeyeceğiniz hikayesini izlemeye hazırlanın. Çünkü TV’da hikaye anlatıcılığının öncüsü The Wire, hafızalardan kazınması imkansız bir destan yazmaya geliyor. Özel bir programın uygulandığı bir hapishanede yaşananları konu edinen OZ ve mafya kavramının üç-beş silahlı adamdan çok daha başka anlamlara da geldiğini cesurca anlatan The Sopranos, HBO’nun o tarihe kadar çıkardığı en başarılı, en sıradışı yapımlardı. Bu iki dizinin başarısının üzerine yapım şirketi, ‘bağımsız ve kaliteli yayın’ ilkesini benimsediğini anlatabilmek için yeni bir dizi arayşına girişti. İşte tam da bu sırada 2000 yılında aynı adlı kitabını mini diziye uyarladıkları The Corner’ın yaratıcısı David Simon yepyeni bir projeyle kanalın kapısını çaldı. İlk sözleri de “Bunun bir polis-suçlu kovalamacası olmayacağına yemin ediyorum. İlk bakışta öyle görünecek. Ama bir Baltimore hikayesi olacak”tı. The Corner nasıl konusunu gerçek insanlar ve gerçek mekanlara dayandırıyor ama ‘köşe’deki uyuşturucu ticareti fonunda karakterlerin öykülerini anlatıyorsa The Wire da suç, suçlu, adalet, adalet mekanizmaları, kentsel dönüşüm, siyasi otorite ve öteki kavramları üzerinden Baltimore’un yaşam dinemiklerini ve Baltimore’da var olma şekillerini göz önüne seriyor. İyiyle kötünün ayrımına varmakta zorlanacağınız, her sezonunda varoşlardan eğitim sistemine, büyük suç örgütlerinden, dolandırıcı sendikalara Baltimore’un farklı bir köşesine keşfe çıkacağınız The Wire, HBO’nun itibarını artırmanın yanı sıra TV dünyasına da gerçekçilik, görsel hikaye anlatımı ve sosyal eleştiri gibi kavramlar kazandırdı.

Yıl 1990, rave sahnesi İngiltere'ye yeni girdi. Taş güllerin sesi Shaun'a ve çeteye doğru gizlenir. Bu, Woody ve Lol'ün aile içi bir mutluluk içinde yaşadıkları, tekrar mutlu oldukları anlamına gelir. Ancak bu yıl herkeste büyük değişiklikler görecek. Bu 1990 yılı. Burası İngiltere.Shane Meadows tarafından yazılan ve yönetilen This Is England '90, eleştirmenlerce beğenilen This Is England (2006) ve ardından BAFTA ödüllü ' This Is England '86 ve '88 dizilerinden - Kanal 4'ün şimdiye kadarki en yüksek reytingli dramalarından ikisi. İngiltere 80'lerden 90'lara doğru ilerlerken aşkı, kahkahayı ve geleceği arayan bir grup arkadaşın çalkantılı hayatlarının grafiğini çizen This Is England, Woody, Lol, Shaun ve çetenin geri kalanının talihsizliklerini, büyümenin yükselen yüksek ve üzücü alçaklıklarıyla mücadele ederken takip ediyor - ve devam ediyoruz. Ufuk açıcı bir film müziğine ayarlanan bu uzun zamandır beklenen son bölüm, çeteyi yeni bir on yılın çılgın sahnesini kucaklarken bulur. Ancak 'aşk yazlarının' mutlak neşesi ve katkısız neşesi kısa sürede yerini kasvetli bir kışa bırakır. Hayatın keskin gerçekliği tutunurken ve nihayetinde hayat alırken, bu yeni sezon herkeste muazzam bir dönüşüm görecek.

Polis yozlaşması üzerine ciddi bir drama olan dizi, bir polis baskını esnasında işlerin beklenildiği gibi gitmemesinin hemen peşinden, Dedektif Steve Arnott'ın olayların üstünün kapatılmasını reddetmesi üzerine olaylar gelişmektedir.

Danimarka ve İsveçi birbirine bağlayan köprüde bir ceset bulunmasıyla birlikte, her iki ülkenin de cinayet masası dedektifleri harekete geçer. Tam bir işkolik olan İsveçli Dedektif Saga Noren, kaba saba, garip bir kadınken, Danimarkalı Dedektif Martin Rohde ise, yeni olduğu ameliyat sebebiyle fiziksel olarak zorluk çekmektedir.İşlenen cinayetin faillerini bulmak üzere iki ülke polisi beraber çalışmaya başlarlar ve her kazılan topraktan çıkan bir başka ipucu ile bu cinayetin basit bir cinayet olmadığı anlaşılır. (Dizi içeriği 15 yaş ve üzeri için uygundur)