Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci
Bu hikâyenin doğruluğu kuşkuluysa da Setsuko Hara’nın sinemadan uzaklaşıp kimseye özel yaşamıyla ilgili tek bilgi dahi vermemesi ama yer aldığı 103 filmle[2] hayranlarının gönüllerini doyurmaya devam etmesine dair bir özet gibidir. Daha çok Yasujiro Ozu’nun Banshun (Late Spring, 1949) ve Tokyo Monogatari (Tokyo Story, 1953) filmlerindeki karakterleriyle tanınan, Japon Sinemasının gelmiş geçmiş en iyi oyuncularından biri olan Setsuko Hara’yı, sinemayı bıraktıktan sonra tam 52 yıl boyunca akrabaları, bazı arkadaşları ve yaşadığı kasabadaki birkaç dükkân sahibi dışında hiç kimse yakından göremedi. Ne bir davete, gösterime, konferansa katıldı ne röportaj verdi ne filme alınabildi ne de net bir fotoğrafı çekilebildi. Bazı anma törenlerine basının haberi olmaksızın katılmış olduğuna dair anlatılanlar varsa da kanıtlı değildir. Telefonla yapılan bir görüşmedeki 2-3 cümleyi geçmeyen demeçlerine de röportaj demek olanaksızdır. Yaşamı boyunca hiç evlenmeyen, herhangi bir dönemde sevgilisi olup olmadığına dair bilgi edinilemeyen Hara’nın, akrabalarına vasiyet ettiği şekilde ölümü bile ilk başta kimselere duyurulmadı ve 5 Eylül 2015’te göçüp gittiğini dünya ancak 2 ay 20 gün sonra öğrenebildi.
Japonya’nın divası diye anılan, halkın sevgilisi olan, mahallenin sıcakkanlı güzel kızıymış gibi yakınlık duyulan, yürekleri bir gülücüğüyle eritip bir gözyaşıyla dağlayan, ailemizin “Noriko”su nasıl oldu da şöhretinin pek çok getirisini elinin tersiyle iterek bahçeli küçük evine kapandığı bir yaşamı seçti?
Bu yazıda, Japonya tarihinin ve Japon sinemasının en çetrefilli zamanlarında hem sinemanın zirvesinde yer almış hem de toplumun örnek aldığı bir ideali temsil etmiş olan bu olağanüstü oyuncunun şaşırtıcı sinema yaşamını ve sonrasında ortadan kayboluşundaki gizemi, pek bilinmeyen ayrıntıları da kullanarak aralamaya çalışacağım.
ÇOCUKLUĞU ve OKUL YILLARI
17 Haziran 1920’de Masae Aida adıyla doğan Setsuko Hara ailedeki 3 erkek 5 kızdan oluşan çocukların sonuncusuydu. Doğduğunda pek görülmedik şekilde esmer bir bebekti, hatta bu yüzden onu ilk başta erkeksanmışlardı. Göz açıklığı da bir Japona göre çok büyüktü. 12-13 yaşlarına geldiğinde ona okulda “5 cm gözlü” lakabı takılmıştı çünkü gözlerinin her biri kenardan kenara 5 cm uzunluktaydı. Setsuko Hara matematik ve beden eğitimi derslerinde çok başarılıydı, yazarlık konusunda da yetenekliydi. Yalnızca resim dersinde pek iyi değilmiş. Lise yıllarıyla ilgili ise hemen hiç bilgi yoktur. Devam ettiği özel kız lisesi, 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan bombardımanıyla yıkılmış ve çıkan yangında eski öğrencilerle ilgili tüm kayıtlar yok olmuştur.
Setsuko Hara’nın liseye başladığı dönemde ailesinin ekonomik durumu kötüleşmeye başlamıştı. Bu yıllardaki Japon siyasi gündemi karmaşa içindeydi. 1930’lar Japonya’da yayılmacı ve faşist politikaların yükselmeye devam ettiği, aşırı sağın giderek ülkeyi sarmakta olduğu yıllardı. Yüzyıl başından beri girilen savaşları hep kazanmış olan ve en son Mançurya’yı istila etmiş bulunan Japon ordusunun kendine güveni tamdı. Japonya, Milletler Cemiyeti’ni terk etmiş kendi bildiğini okuyor, endüstriler de bundan payını alıyordu. Hara’nın babası bu sıralarda tekstil ticaretinden uzaklaşıp bir ofiste az bir maaş karşılığı çalışmaya başladı ama kalabalık ailesini geçindirmek kolay olmuyordu.
Ailesinin giderek kötüleşen durumu Hara’nın okumasına engel oldu. Gönülsüz de olsa lise 2. sınıftayken okulu bıraktı. Okulun o dönemki müdürü, öğrencisi için okul masraflarını karşılamayı teklif ettiğini ama Hara’nın ailesinin bunu kendilerine yakıştıramadıkları için kabul etmediğini söylemiştir. Hara’nın 2. ablası, yönetmen Hisatora Kumagai ile evliydi ve Tokyo’da yaşıyorlardı. Hara okulu bırakınca Kumagai onu Tokyo’ya götürdü. Böylece ablası ve eniştesiyle birlikte yaşamaya başladı. Temizlik, çamaşır, bulaşık gibi ev işlerinde onlara yardım ediyordu. Setsuko Tokyo’da uygun bir okul bulup eğitimine devam etmek niyetindeydi. Neşeli, oyunbaz ve çocuksu doğallığı küçük çocuklarla iyi anlaşmasını sağlıyordu bu yüzden de ilkokul öğretmeni olmaya karar vermişti. Ama eniştesi Setsuko’daki oyuncu ışığını çoktan görmüştü. Onu oyunculuğu denemesi için ikna etti.
OYUNCULUĞA GİRİŞİ
Henüz 15 yaşını tamamlamamış olan Hara dünya güzeli sayılmasa da çekici bir kızdı. Neşeli bir cazibesi ve sıra dışı bir görünümü vardı. Ünlü yönetmen Satsuo Yamamoto, sonradan 6 filminde başrol verdiği Hara ile ilk karşılaştığındaki düşüncelerini şöyle aktarır: “Japon gibi değildi. Ataları arasında yabancı kişilerin olabileceğini düşündüm. Gözleri büyük ve derin bakışlı, burun kemeri yüksek, boyu uzun ve bedeni Avrupalı bir duruşa sahipti. Abisi o zamanlar Toho’da kameraman olarak çalışıyordu. Onunla konuştuğumda dedesinin eskiden Şimoda’da çalıştığını söyledi. (Şimoda 1854’te Japonya’nın yabancılarla ticarete başladığı ilk limanlardan biriydi.) Bu da düşüncemde haklı olabileceğimi gösteriyordu. İşte Hara öyle güzel bir kızdı. Sıradan Japon kadınlarından ayrıştığı bir yüzü, duruşu ve ifadesi vardı.”[3]
Kumagai, Nikkatsu stüdyosundan birkaç yetkiliyi evine davet etti. Böylece Setsuko’nun rahat ettiği bir ortamda onun doğal halini görmelerini sağlayacaktı. Bunda da başarılı oldu. Onu görür görmez etkilendiler ve hemen bir anlaşma imzalandı. Setsuko okul hayallerini bıraktı, o sırada maddi sıkıntı yaşayan ailesine önemli bir destek sağlama fırsatını zaten geri tepemezdi.
Böylece 1935 yılında 4 filmde birden oynayarak sinemaya hızlı bir giriş yaptı. O yıl oynadığı 4. film olan Midori no Chiheisen (Green Horizon, 1935) adlı yapımda, ölümcül hastalığı olan bir dansçı kız rolündeydi. Sonda sevgilisiyle birlikte intihar ettiği bu filmde çok beğenilmişti. Oyunculuğa başladığı yıl insanlar adını öğrenmeye başlamıştı ve bu ağlak melodramın gişe başarısı ünlü yönetmenlerin dikkatini onun üzerine çekmişti. Sadao Yamanaka da bunlardan biriydi ve yeni filmi için onu seçti. Setsuko Hara’nın geniş kitlelerce bilinir hale geleceği bu yapım bir kabuki (Japon halk tiyatrosu) oyunundan uyarlanan Kochiyama Soshun (Priest of Darkness, 1936) filmiydi.
Hara, henüz çocuk denecek yaşta, erkek kardeşiyle birlikte ailesinden kalan suşi tezgâhını işleten bir genç kızı canlandırır. Onami, erkek kardeşinin tersine son derece ağır başlı, sorumluluklarının farkında olan ve yaşından büyük olgunluğa sahip bir karakterdir. Birkaç gün eve uğramayan kardeşini film boyunca her yerde arar durur. Sonunda kardeşi eve döner ama yüklüce borçlandığını ve ödeme yapmazsa başına gelecekleri anlatınca ablası ona iki tokat yapıştırır. Başka da bir şey demeden, kardeşinin kurtulması için kendini zengin derebeyine satmak üzere evden çıkar gider.
Setsuko Hara’nın bu filmdeki oyuncu duyarlılığının izleri, onu sonradan neden genelde gerçekçi ve çözüm odaklı, duygularını asaletle ve beceriyle saklamasını bilen ve her zaman olumlu tavrını koruyan karakterler için seçildiğinin ipuçlarını taşır.
JAPON-ALMAN PAKTI ve SETSUKO HARA’NIN YÜKSELİŞİ
Japonya, Çin’i istilasını sağlamlaştırmaya ve direnişleri bastırmaya çalışırken Nazi Almanya’sıyla da bir yakınlaşma içine girmişti. Almanlar kültürel işbirliği yapmak ve propaganda filmlerindeki tecrübelerini Japonlara da sunmak niyetindeydiler. Leni Riefenstahl’ın ünlenmesini sağlamış olan Alman dağ filmlerinin önemli yönetmeni Arnold Fanck, Japonya ziyareti sırasında Hara’yı Priest of Darkness filminin setinde görme şansı bulmuştu. Görür görmez de Japonya’da çekeceği filmin başrolünde onu oynatmaya karar verdi.[4] Setsuko Hara, Atarashiki Tuchi (New Earth, 1937) adlı bu filmle yıldızlığa adım atacaktı.
Almanya’da Die Tochter Des Samurai (Samuray’ın Kızı) adıyla gösterilen filmde, Avrupa’da eğitim görmüş Japonların ülkelerine dönmeleri ve yeni sömürgeleri olan Mançurya topraklarının işlenmesinde görev almaları öğütlenir. Film aynı zamanda Japon gelenek ve kültürel öğelerini, geleneksel değerlere dönüşü yücelten bir propaganda filmidir.[5]
En başta Japonya’nın Alman teknolojisi desteğiyle sanayideki makineleşmesi, tıkır tıkır işleyen fabrikalar, sevinç içinde çalışan işçiler görülür. Mançurya’da barış sağlandığında buranın geliştirilmesi için yapılacak pek çok iş olduğu belirtilir. (Barıştan kasıt, bölgeyi geri almak için savaşan Çinlilerin kesin yenilgiye uğratılmasıdır.) Filmde ayrıca Japonya’nın doğal ve mimari güzellikleri bol bol gösterilir, kültürel öğeleri tanıtılır. Sumo güreşleri, kabuki tiyatrosu, yerel giysiler, çubukla yemek yeme adetleri gibi ayrıntılarla Japonlar Alman halkına tanıtılıp sevdirilmek istenmiş gibidir.
Hara’nın canlandırdığı Mitsuko, 8 yıldır Avrupa’da eğitim gören üvey abisiyle evlendirilmek üzere hazırlanmaktadır. Üvey abisi ise bu evliliğe karşıdır. Japonya’ya Alman sevgilisiyle döner ve Mitsuko’yu yalnızca bir kız kardeş gibi gördüğünü söyler. Büyükler tarafından belirlenmiş kadere boyun eğmeyi reddeder. Avrupa’da çağdışı Japon geleneklerinden uzakta, özgürlüğe alışmıştır ve bunu korumak ister. Japonya’ya döndükten sonra eğlenmek için bile “Avrupa Oteli”ne gider. Asıl dehşet verici olan ise Mitsuko’nun evlenmeyi dört gözle bekleyen ve üvey abisine layık dört dörtlük bir Japon kadını olabilmek için çırpınıp duran bir kız olarak gösterilmesidir. Onun kendisini istemediğini duyduğunda bunalıma girer. Ama film ilerledikçe üvey abisi yabancı kültür etkisinden kurtulup toprağının ve vatanının değerini anlamaya başlar ve sonunda reddedildiği için intihar etmek üzere bir volkana çıkan Mitsuko’yu kurtarıp onunla evlenir. Mitsuko’nun onun için canından bile vazgeçecek olmasından etkilenmiştir, aşkla sevmese bile ona kul köle olsun diye yetiştirilmiş genç karısını kabullenir. Birlikte Mançurya’da toprağı işlemeye başlarlar ve Mitsuko da hemen bir bebek sahibi olmuş gösterilir. Bir Japon askerinin gözcülüğü ve koruması altındaki tarlada mutlu mesut şekilde film sonlanır.
Kadının proje evlilik için küçük bir çocukken hazırlandığı, 8-10 yaşından beri görmediği, tanımadığı birini kocası olarak kabullenmiş bir kız olarak gösterildiği, sevip sevmeme seçeneklerinin bulunmadığı ataerkil toplum yapısının kutsanıp toprakla da bütünleştirildiği ayrıca Çin’in işgalinin de buna yedirildiği bir filmdir. Sonraları pek çok kez evlenmeyi reddetme seçeneğine ve gücüne sahip kadınları canlandıracak olan Setsuko Hara’nın henüz 16 yaşındayken oynadığı bu propaganda filminde kucağında bebeğiyle iğreti bir görüntü vermesi tabii ki engellenememiştir.
Tüm bunlar o yıllarda normal karşılanan şeylerdi. 4 Şubat 1937 akşamı Tokyo’nun en görkemli salonunda galası yapılan film öylesine çok sevildi ki Setsuko Hara bir gecede tüm ülkece tanınan bir yıldız haline geldi.[6] Filmin Nazi Almanya’sındaki galası için Almanya’ya davet edildi. Stüdyo yetkilileri ve eniştesinin de bulunduğu küçük bir ekiple birlikte uzunca bir yolculuk yapacaktı. Hara’nın yolculuk için yaptığı hazırlıkları ayrıntılarıyla gösteren fotoğrafların dergilerde yayınlanması, o günlerde nasıl da basının odağına yerleşmiş olduğunu gösterir.
GOEBBELS, DIETRICH, STANWYCK… HARA DÜNYA TURUNDA
12 Mart 1937’de yolculuğa çıkacağı gün tren istasyonu hayranlarıyla dolmuştu. İstasyonda çalışan biri, o güne kadar istasyonda böyle bir izdiham yaşanmadığını söylüyordu ve manzarayı daha önce duyulmamış bir çılgınlık olarak tanımlamıştı. 2 binden fazla hayranı onun adını haykırarak istasyonu inletiyordu. İzdiham öylesine büyüktü ki Hara bir an korkuya bile kapılmıştı. Onu görebilmek için polislerin bağrışlarına aldırmadan vagonların etrafında dört dönen çıldırmış kalabalığa bir pencereden kısa bir süre selam vermekle yetindi ve hemen kompartımanına döndü. Sonunda tren hareket ettiğinde hâlâ vagonların peşinden koşturan insanlar vardı.[7] Japonya’nın ünlü sinema yazarı Inuhiko Yomota, “Japonlar Setsuko’yu çok sevdiler çünkü artık Batı’ya utanmadan gösterebilecekleri bir yıldızları olmuştu.” diye yazmıştır. Hara hem Avrupai görünümüyle övülüyor, magazin dergilerinde atalarının Hollanda, Amerika veya Rusya’dan olabileceğine dair dedikodular dönüyor hem de en has Japon kadını, Japon kadınının sembol ismi olarak anılıyordu.[8]
Sibirya demiryoluyla 2 hafta süren bir yolculuktan sonra 26 Mart’ta Berlin’e ulaştılar. Hara Almanya’da da büyük bir ilgiyle karşılandı. Berlin’de trenden indiğinde karşılayanlardan başka istasyonda çok sayıda Alman vatandaşı vardı. Ülkede o gün ulusal tatil başladığından yolculuğa çıkacak olanlar istasyonu doldurmuştu. Kimonosu içinde Setsuko Hara’yı gördüklerinde topluluk hemen onun çevresini sardı. Sıcak gülüşü ve güzelliğinden hemen etkilenen topluluktan ona ikramda bulunanlar oldu. Hara yolculuğa çıkmadan bir ay önce Almanca çalışmaya başlamış ve gezisi sırasında ona yetecek kadar da öğrenmişti.[9] Ona hoşgeldin diyen, sorular soran Almanlara kendi dillerinde karşılık verince Hara’yı daha da çok sevdiler.
Herhalde Japonya’dan sonra Almanya’da da böyle bir ilgiyi beklemiyordu. Onun için yapılan karşılamalar, sokakta etrafını sarmalar, gezdiği yerlerde kalabalık halinde eşlik etmeler sonraki günlerde de sürdü. Tüm bunlar ona rüya gibi gelmiş olmalı.
Japonya ile ilişkiler Alman basınında da yüceltiliyordu ve Berlin’e gelen Hara bir Japon yıldız olarak tanıtılmıştı. Hara, Japon büyükelçisinin eşlik ettiği bir davette Joseph Goebbels’le de bir araya geldi. Hep birlikte çekilmiş fotoğraflarına bakıldığında, hemen yanında görevini en aşağılık şekilde yerine getirerek Alman halkına ihanet eden bir adamın durmakta olduğundan habersiz, taze ününün şatafatını sessizce ve kendini kaptırmadan yüklenmeye çalışan henüz çocuk yaştaki bir kız görülebilir. Filmin galası ulusal tatil başlayacağı ve Nazi liderleri de tatile çıkacağı için Hara Berlin’e gelmeden üç gün önce yapılmış, galaya Hitler de katılmıştı. Galaya yetişemese de Nazilerin Japonya ile iyi ilişkiler kurma politikasının bir ayağı olan Almanya gezisi sürdü. Film Almanya’da da çok sevildi ve 2.600 salonda gösterime giren ve 2 ay boyunca gösterilen film toplamda 6 milyon Alman tarafından izlenerek rekor kırdı.[10]
Hara ve yanındakiler Almanya’daki şatafatlı günlerin ardından Londra’ya ve Fransa’ya geçip buradan da New York’a ve Hollywood’a gittiler. Hara Amerika’da Josef von Sternberg, Marlene Dietrich, Barbara Stanwyck, Luise Rainer gibi yıldızlarla da tanışma fırsatını elde etti. Buradaki gezilerde ne olup bittiği Almanya’daki gibi belgelenmemiştir ama tanıştığı kişiler filmi gördülerse herhalde pek hoşlarına gitmemiş olmalı. Nazi yönetiminden nefret eden sanatçılardı bunlar. Ayrıca Setsuko Hara Amerika’dayken Japonya Çin’le yeni bir savaşa girmiş bulunuyordu ve Amerika Çin’e destek veren ülkelerden biriydi. Sonuçta Hara 4 ay süren gezisini tamamlayarak 28 Temmuz’da ülkesine geri döndü. Artık bir yıldızdı ve döner dönmez Japonya’nın en büyük stüdyolarından Toho ile anlaştı.
Japonya Çin’e karşı, yedi yıl içinde en az 10 milyon Çinli sivilin ve 4 milyondan fazla Çin ve Japon askerinin can vereceği yeni bir savaş başlatmıştı. Henüz savaşın 6. ayında Çin’in o zamanki başkenti Nanking’i ele geçirmek üzere harekete geçen Japon ordusu, 20 gün boyunca geçtiği yerlerde yaptığı katliam ve tecavüzlerde bazı kaynaklara göre 40 bin, bazılarına göre ise 300 bin kişinin ölümüne neden oldu. Nanking Katliamı veya Nanking Tecavüzü diye anılan bu korkunç olaydan tabii ki Japon halkı habersizdi. Yapılan propaganda “New Earth” filmindeki gibi Japonya’nın “Yeni Dünya”sı/yeni vatanı olan Çin topraklarına uygarlık götürmek ve topraklarını işleyerek verimli kılmak üzere bu ülkede bulunulduğuydu.
JAPON FAŞİST İKTİDARIN FİLM SANSÜRÜ
İkinci Dünya Savaşı geliyorum diyordu ve dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Japonya’da da 1939 yılında yeni bir sansür kanunu yürürlüğe girmişti. Filmlerin önce senaryoları sonra kendisi ayrı ayrı sansür kurulunun onayından geçmek zorundaydı. [11] Çin’de süregiden savaş ve giderek Uzakdoğu adalarına yayılma ve Pasifik’i bir Japon gölüne çevirme stratejisinin devamlılığı için faşist-emperyalist yönetimin yoğun propaganda ile halkını arkasında tutması gerekiyordu.
Film stüdyoları, İçişleri Bakanlığı’na bağlı sansür kurulunun ağır denetimi altına girmişti. 1941’de Mihver Devletlerce üretilmemiş tüm filmlerin ithalatı ve herhangi bir şekilde gösterimi yasaklandı. Bir süre sonra da -Ağustos 1941- ham film ithalatına kota koyuldu. Hükümet film şirketlerine, yalnızca hükümetle ortak geliştirilecek projelere ham film sağlayacağını duyurdu.
İktidar tarafından yaptırılan filmlerin ana amacı Japon kimliğini yüceltmek, geleneksel ve feodal yapıyı destekleyerek Japonya İmparatorluğunun genişlemesinin kader olduğu düşüncesini oluşturmaktı. Japon ruhu -ki bu Japonya’nın varoluşu ve hedefleri için tam adanmışlık demekti- övülüyor ve bu ruha sahip kahramanların özverileri yüceltiliyordu. Aynı zamanda ülkenin herhangi bir şekilde kötü, fakir veya zayıf gösterilmesi yasaktı.
Setsuko Hara’nın başrolde olduğu, genç ve idealist bir öğretmenin kırsal bölgedeki bir okulda fakir öğrenciler için yaptıklarını anlatan Wakai Sensei (A Young Teacher, 1942) bu yüzden başı derde girmiş filmlerden biridir. Genç öğretmen köyde öğrenci olarak doğru dürüst giysileri, iç çamaşırları bile olmayan çocuklarla karşılaşır. Onların durumlarını düzeltmek ve eğitimlerini eksiksiz hale getirmek için uğraşır. Bu film Japonya İmparatorluğunu yoksul bir devlet olarak gösterdiği gerekçesiyle sansüre takılmıştır.[12] Sansürün onayından geçebilmek için film yeniden kurgulanmış ve gerekli düzeltmelerden sonra ancak bir yıl sonra gösterilebilmiştir.
DÜNYA SAVAŞI ve SETSUKO HARA’LI PROPAGANDA FİLMLERİ
Yeni yasalarla çekim ve gösterim özgürlüğü azalmış, birçok yönetmen savaşı ve militarizmi savunan ulusal politika filmleri yapmaya yönelmişti. Bunlar halkı yüreklendirici, ulus sevgilerini kabartmak ve coşturmak amacını güden yapımlardır. Hükümetin yansıtmaya çalıştığı fikirlerin olumlanması sağlanır ve girişilen savaşlar normalleştirilir ama bu coşkulu çılgınlıkla değil ağırbaşlı bir duygusallıkla verilir. Setsuko Hara’nın da Japon halkının en sevdiği genç oyunculardan biri olarak bu filmlerde rol almaması düşünülemezdi.
Bir grup askeri öğrencinin eğitim macerasını anlatan Shido Monogatari‘de (A Training Story, 1941) bir tren makinistinin kızıdır ve filmin odaklandığı askeri öğrenciler arasında farklı bir yüz olarak var olur. Yine, Kessen No Ozora He‘de (Towards The Decisive Battle Of The Sky, 1943) bu kez Japon Hava Kuvvetlerinde yetişen pilotların askeri eğitimleri, yaşadıkları zorluklar, fedakârlıkları ve adanmışlıklarını gösteren sahnelerde, erkek görmekten sıkılacak seyircilere ferahlık vermek üzere filme konmuş gibidir. Küçük yaştaki öğrencileri askeri okullara yönlendirmek amacını taşıyan filmde savaş pilotu olmak isteyen güçsüz ve zayıf bir çocuğun onu yüreklendiren ablası rolündedir. Ikari No Umi‘de (Sea of Anger, 1944) Japonya’nın ünlü savaş gemisi tasarımcısı Jo Hiraga’nın, babasına düşkün düşünceli kızı rolündedir ve toplamda 3 dakika bile gözükmez. Midori No Daichi‘de (The Green Earth, 1942) Japonya’nın işgal ettiği topraklara bir kanal inşaatı için giden ve yerel direnişçilerle mücadele etmek zorunda kalan bir mühendisin karısını oynar. Japonya’nın Mançurya’nın kalkınması için mücadele verdiğini reklam eden filmde Setsuko Hara bulunduğu hemen her sahnede kucağında bebeğiyle görünür. Bebek, Japon ve Çin toplumu için yeni bir hayat kaynağını, kutlu bir doğumu simgeler ve onun parlak geleceği için bölgenin kalkındırılması gerektiği vurgulanmış olur. Tüm bu yapımlar içinde asıl anılması gereken ise Hawai • Maree Oki Kaisen (The War at Sea from Hawaii to Malaya, 1942) adlı yapımdır.
Pasifik’teki üstünlük iddiaları ve en son Japonya’ya petrol ambargosu uygulanmasının ardından ABD ile sürtüşmeler Pearl Harbor baskınıyla sıcak savaşa dönüşmüştü. Japonya’nın ABD donanmasına ve İngiliz amiral gemilerine büyük bir darbe indirdiği bu kutlu zafer, büyük bir filmle taçlandırılmak istendi. 2. Dünya Savaşı sırasında çekilmiş en görkemli savaş filmi olarak nitelenen, o güne kadarki en pahalı Japon filmi olan The War at Sea from Hawaii to Malaya gücünü son yarım saatindeki Pearl Harbor saldırısı sahnelerinden alır. Gerçek saldırının üzerinden tam bir yıl geçtikten sonra Japonların gözüyle Hawaii’ye, ardından Singapur’a gitmekte olan İngiliz kafilesine yapılan saldırılar gerçekçi maketler kullanılarak çekilmiştir. Sonradan Godzilla filmlerinin ve benzeri canavar yapımlarının muhteşem özel efektlerini hazırlamış olan Eiji Tsuburaya’nın çalışması öyle başarılıdır ki bu sahneler Batı’da, saldırının gerçek görüntüleri diye haber filmlerinde kullanılmıştır. Toho’nun 6.000 metrekarelik arazisi üzerine kurulan setlerde Pearl Harbor’ın 1:600 ölçekli birebir kopyası yapılmıştı. Filmde gerçeğinden ayırmanın zor olduğu maket gemilerin boyları 2’şer metreydi.[13] Japon uçaklarının, saldırı için ilerledikleri sahnede çalan Ride of the Valkyries, sonradan Apocalypse Now filminde helikopterlerin Vietnam köyüne saldırıya gittikleri sahneye esin olmuş gibidir. Setsuko Hara bu filmde abisinin hava harp okuluna katılmasını destekleyen kız kardeş rolünde yalnızca on dakika görülebilir.
ASKERLERİN İLHAM PERİSİ
Stüdyoların iktidar ve ordu taraftarı propaganda amaçlı filmler çekmekten başka çıkar yollarının olmadığı o dönemde sonradan Amerikan işgalini coşkuyla karşılayan Akira Kurosawa da dahil nerdeyse tüm yönetmen ve oyuncular Japonya’nın zaferi için hükümetin dayatmasıyla işbirliği yaptılar. Hara da 10 civarı propaganda filminde yer almakla birlikte çoğunda nerdeyse hiçbir varlık göstermez. Zaten oyunculuk adına yapabileceği pek bir şey de olmamıştır. Bir sinema eseri üretmek değil Japon ordusunun reklamını yapmak asıl amaç olduğundan yalnızca ona verilen görevi yerine getirmiş gibidir. Bu diğer oyuncular için de geçerlidir; sıkıcı karakterler, sıkıcı sahneler içinde silinip giderler. Yine de bu filmlerdeki varlığı bile Japon askerleri için yeterliydi. Bazı savaş pilotları ve askerler savaşa giderken ceplerine onun fotoğraflarını koyuyordu. O hem yüreklendiren abla, kız kardeş, sevgiliydi hem de onlara ilham veren, Japonya’nın ruhunu taşıyan bir periden farksızdı.
Hara eğer hükümet baskısı veya bağlı olduğu sözleşmelerin zorunluluğu dışında bir vatani görev duygusuyla propaganda filmlerinde yer aldıysa bunda eniştesi Kumagai’nin de payı büyüktür. Kumagai, faşist hükümetin destekçisiydi ve Hara ile Almanya’ya gittiklerinde buradaki totaliter rejimin görkeminden oldukça etkilenmişti. Kumagai, 30’larda rağbet gören bir yönetmendi ama sonradan olgunlaşan politik görüşlerinin de etkisiyle henüz sansür yasası çıkmadan önce propaganda filmleri çekmeye başlamıştı. Bunlardan ikisinde Hara’ya da rol verdi. Kumagai Amerika’yla savaşa girişildiği dönemde Japonizmi savunan aşırı sağcı dini bir gruba üye oldu. Bu grupta bir tür rahip düzeyine bile yükseldi. Kumagai, Hara’nın oynadığı Boro No Kesshitai (Watchtower Suicide Squad, 1943) filmini çekmekte olan Tadaşi Imai’ye onun aracılığıyla bir mektup göndermiş ve çektiği filmin Yahudilere yarayacağını söyleyerek yapımı sona erdirmesini bile tavsiye etmiş.[14] Bu tür garip ve kendini fazla kaptırmış hezeyanları onun film endüstrisinden dışlanmasına neden oldu. Savaş sonunda ise komplocu olarak yaftalanıp kara listeye alındı ve 8 yıl boyunca film çekmesi engellendi.
Setsuko Hara’nın henüz 20’li yaşlarının başındayken bu filmlerde oynamasını, onun oyuncu olmasını sağlayan ve en başından beri yol gösterip hocalık ve babalık eden Kumagai’nin etkisinde kalmış olmasına bağlamak hiç de anlamsız olmaz. Propaganda filmlerinde kısa rollerle de olsa yer almasını Kumagai’nin ona bir vatani görev olarak yansıttığı ve desteklediği açıktır. 1945’e gelindiğinde ise işler çoktan değişmeye başlamıştı. Japonya düşmanın gücünü kırmayı başaramamıştı ve yeniliyordu. Zaten savaş başlangıcında bile pek iyi olmayan ekonomi giderek kötüleşti. Ülke sürekli olarak bombardıman altında tutuluyordu. Tokyo’da sağlam bina kalmamış gibiydi. Hara’nın evi de yıkılanlar arasındaydı.
AMERİKAN İŞGAL GÜÇLERİNİN FİLM SANSÜRÜ
Atom bombalarının ardından savaş sona erdi, Amerikan birlikleri Japonya’yı işgal ettiler ve hemen yeni yasalar yürürlüğe sokuldu. Stüdyolar bu kez de işgal güçlerinin baskısı altına giriyorlardı. Ham filmleri ve film malzemelerini bu kez işgal güçleri denetliyor ve belli şartlarla stüdyolara sağlıyorlardı.
Japon film endüstrisine, sendikaya bağlı tüm sinema çalışanlarının savaş suçu işleyip işlemediklerine dair kendi içlerinde bir soruşturma başlatmaları emri verildi. Buna göre suçlu bulunanlar doğrudan sinema sektöründen atılacak, suçu daha hafif olmakla birlikte yine de ceza alması gerekenler belli süre uzak tutulacaktı. Hara’nın eniştesi Kumagai uzaklaştırılanlardan olmuştu. Ama Hara tüm bunlardan uzak tutulmuştu. Hatta işgalin ilk günlerinde gösterime girmesine izin verilen tek yeni film onunkiydi: Kita No San-nin (Three Women of the North, 1945).
Waga Eiga Jinsei‘deki (Akira Kurosawa: My Life in Cinema, 1993) konuşmasında Kurosawa, Amerikalıların gelir gelmez sansürü kaldırdığını ve böylece 1939’dan beri onlara kök söktüren yasaklardan kurtulduklarını söyler. Öncesine göre çok daha özgür oldukları doğru olmakla birlikte bu söylem, Amerikalıların o sansürü kaldırırken getirdikleri kendi sansürlerini görmezden gelmektedir.
Amerikalıların belirlediği yeni sansüre göre; şehirlerin uğradığı yıkımlar asla gösterilmeyecek, atom bombalarından bahsedilmeyecek, eski gelenekler yüceltilmeyecek, feodal dönemi ifade eden gelenek ve aksesuarlar fazla kullanılmayacak, mutlaka demokrasi fikri yansıtılacak, sokaklarda ve kurumlarda asla Amerikan askerleri bulunmayacaktı.[15] Bu sansür nedeniyle o dönemde çekilmiş Japon filmleri, hiç de savaştan çıkmış gibi değil de ekonomik darlık geçirmekte olan bir ülke resmi gösterir. Hatta bu bile fazlasıyla belirsizdir. Bugün hala patlamamış bombaların bulunabildiği[16] sokaklar, evler, tarlalar bazen günde 100 bin kişinin öldüğü bombardımanları hiç yaşamamış gibi sapasağlam ve doğal güzellikleriyle yansıtılmaya devam ederler. Yakınlarını kaybedenlerin yasları bile geçiştirilir. 300 bin askerin işgali altındaki ülkede onlar yokmuş gibi davranılır.
Filmlerde nükleer bombaların eleştirilmesi de kesinlikle yasaktı. Japonya’nın yıkımıyla ilgili film ve belgeseller ve Amerikalılar tarafından çekilmemiş diğer belge görüntüleri gizlice ve kaçak olarak çekiliyordu. Japonlar Hiroşima ve Nagazaki’de ne olup bittiğini biliyordu ama bu bombaların yarattığı yıkımın gerçek boyutunu ancak işgal bittikten sonra görebildiler.[17]
Filmlerde ve başka yayınlarda atom bombasını eleştirmeye kalkmak yasak olabilirdi ama 1950’de Setsuko Hara, Stockholm Bildirisi’ni imzalayarak bu konuda Amerika’ya kafa tutanlardan biri olmuştu.[18] Dünya Barış Örgütü’nün, nükleer silahlanmayı durdurmak ve savaşlarda kullanımını yasaklamak amaçlı çağrısından oluşan bu bildiri, ABD tarafından görmezden geliniyordu. Kore Savaşı’nın başladığı günlerde yayınlanan bildiri bir anlamda Amerika’nın atom bombasını bu savaşta da kullanmasını önlemek amaçlıydı. Sovyetler Birliği başta olmak üzere pek çok ülkeden 500 milyon insan bu bildiriye imza koymuştur. Amerikan işgali altındaki Japonya’da bildirinin ünlü bir yıldız tarafından imzalanması önemliydi ve nükleer silah dehşetini yaşamış insanlara bu konuda daha çok ses çıkarmak konusunda cesaret verdi.
Filmlerde dayatılan en önemli kavram demokrasiydi. Amerikalılar Japonya’ya “demokrasi götürmüştü” ve filmlerde, ülkede artık demokrasi olduğu için sevinen ve eskimiş feodal geleneklerin yıkımını kutlayan bir tavır dayatılmıştı. Aoi Sanmyaku (Blue Mountains, 1949) filminde bu propaganda apaçıktır. Setsuko Hara ilk görevini yapmakta olan Batı değerlerini benimsemiş genç bir öğretmeni canlandırır. Filmde doğrudan, Japonya’nın artık değişmekte olduğu, feodal yapının sona erdiği ve demokratikleştiği vurgulanır. Amerika’nın adını anmadan, onu özgürleştirici bir kahraman gibi yansıtma ve halka sevdirme amacının, senaryonun arasına sokuşturulan bir dayatma olduğu bellidir.
GENÇLİĞİMİZDE YAPTIKLARIMIZ İÇİN PİŞMAN DEĞİLİZ!
Savaşın hemen ardından Akira Kurosawa, Pasifik Savaşı’nın öncesinde faşist hükümete karşı mücadele etmiş ve öğrencilerin özgürlük taleplerine destek verdiği için fişlenmiş bir direnişçi ile ona âşık olan Yukie’nin öyküsünü anlattığı bir film çekti. Setsuko Hara’nın oyunculuğuyla devleştiği sahneler barındıran Waga Seishun Ni Kuinashi (No Regrets For Our Youth, 1946), savaş sırasında vatana ihanetten idam edilmiş tek Japon olan öğrenci Hotsumi Ozaki ile faşist yönetime karşı çıktığı için işkence gören Profesör Yukitoki Takigawa’nın yaşamlarından esinlenmişti.
Ruykiçi, sol görüşleri ve öğrencilerin özgürlük taleplerine verdiği destekle dikkat çeken, Japonya’yı savaşa sokacak olan militarist yönetim aleyhine çalışmalar yapan biridir. Bu konularla pek ilgilenmez gözüken, biraz şımarık ve hoppa bir kız olan Yukie ise babasının öğrencisi olan bu genci sevmektedir. Sevgisi karşılıksız değildir ama Ruykiçi eylemlerinden ötürü iktidarın gözetimi altında olduğunu ve çevresindekilerin de her an tehlikede olabileceğini bildiğinden Yukie’yi kendinden uzak tutmaya çalışır. Giderek daha çok bilinçlenen Yukie, Ruykiçi’nin onu korumak için yaptığı fedakârlıklara karşın her ne olursa olsun sevdiği adamın yanında olmak ister. Evlenirler ama mutlulukları pek uzun sürmez. Ruykiçi yakalanır ve kapatıldığı hapishanede öldürülür.
Yukie de bir süre hapis yattıktan sonra hayatı için yeni bir amaç edinir. Kocası 10 yıldır köydeki ailesinin yanına gidememiş ve hep onlara layık olamadığı için suçluluk duymuştur. Yukie bunu onun yerine yapmaya karar verir, Ruykiçi’nin anne babasının köyüne gider ve kendini tanıtıp gelinleri olarak bundan sonra onlarla birlikte yaşamak istediğini söyler. Anne baba ise oğulları hükümete karşı geldiği ve bir ajan olarak yaftalandığı için köyde hain ilan edilmişlerdir. Toplumdan dışlanmış halde bir başlarına kalmış durumdadırlar. (Bugün de Japonya’da yüz kızartıcı suçlar işleyen kimselerin aileleri de keskin şekilde dışlanmaya maruz bırakılırlar.) Oğullarına kızgın olan yaşlı anne baba, başta gelinlerini de istemezler. Ama Yukie kararlıdır, yalvararak onları ikna eder ve ev hizmetlerini görüp kaynanasıyla çeltik tarlalarında çalışmaya başlar.
İlk başta kimselere görünmemek ve köylülerin hakaretlerine maruz kalmamak için geceleri çalışırlar. Ama Yukie’ye göre kocası asla utanılacak bir şey yapmamıştır. Ruykiçi ajan değil yaklaşan büyük savaşı önlemek üzere faaliyetlerde bulunmuş bir vatanseverdir. Yukie kaynanasını dinlemeyip gündüzleri çalışmaya başlar. Köylülerin aşağılayan bakışlarına, acımasız sözlerine, hakaretlerine göğüs gerer. Sonradan onun dik duruşundan etkilenen kaynanası da gündüzleri onunla çalışmaya başlar.
Yukie canını dişine takarak, hiç deneyimi olmayan bu işlerde çalışarak kendini yıpratır, hastalanır. Ne de olsa bir burjuva çocuğuyken bir anda tarla işçisi olmuştur. Ama köylülerin hınçları tükenmiş değildir. Aylarca kaynanasıyla çalışıp ektikleri çeltikleri bir gecede mahvederler. Yukie bu yıkıma da soğukkanlılıkla yaklaşır, yeniden en baştan çalışmaya başlayarak kayınbabası ve kaynanasını da şaşırtır ve sevgi ve saygılarını kazanır. Savaş bitip de kocasının itibarı geri verilince, ona ajan diyen, aşağılayan köylülerin bir anda Yukie’ye saygıyla yaklaştığı ve onları yeniden toplumlarına kabul ettikleri görülür. Yukie toplumun ikiyüzlülüğünü görmezden gelerek davetlerine katılır hatta köyde kültürel bir komitenin liderliğini bile üstlenir.
Bu film Japon sinemacılar için de keskin bir dönüşümün simgesidir. Bir gün önce Japon ruhu gereği canlarını vermeye hazır kitleler, ertesi gün görünmez hale geldiler ve keskin bir değişimle toplum, kurumlar yoluyla demokrasi yanlısı özgürlükçü bir kimliğe büründü. Japon sinemacıları da Amerikan güçlerinin oluşturduğu sansür ve denetim kurulunun istekleri doğrultusunda filmler yapmaya başladılar. Sivil Danışma ve Eğitim Bölümü adı altındaki propaganda kurumunun başkanı David Conde, Kurosawa’yı bu filmi yapması ve işgal güçlerinin propagandasının bir aracı haline getirmesi için teşvik etti.[19]
Savaş sırasında Japonya için propaganda filmlerinde oynamış olan Hara da bu filmde tam tersi bir karaktere bürünerek bu kez sol politikanın yanında yer alan, çalışkan ve dik duruşlu kadın portresi çizerek kitleler için yeni bir sembol oluşturuyordu. Hara sonraları bu konuyla ilgili şöyle demiştir: “O dönemde kısa sürelerdeki hızlı değişimlerle, düşüncelerimizin kaynağını oluşturan satırlar tamamen farklı hale geldi. Savaş sırasında belli tarzda konuşmaya alışkın olan bizler için bu değişimler pek de yumuşak olmuyordu ve başlangıçta kendimizi tamamen kaybolmuş hissettik.”[20]
Filmin özgün senaryosunda, sonda Yukie köyü terk ediyor ve köylüleri utançlarıyla baş başa bırakıyordu. Bu son, sendikanın komünist çoğunluklu üyelerden oluşturduğu yeni komite tarafından değiştirildi. Film son haliyle aslında aileye bağlı ve köle gibi çalışan kız çocuk/gelin imajıyla eski düzene tamamen benzemekteydi ve militarizm karşıtlığı aklanırken kadınlar yine çile çekmeye devam ediyordu. Kurosawa bu dayatmaya çok bozulmuştu. Filmin son yarım saatini sanki onlardan hıncını alıyormuşçasına çektiğini söyler. Ama Amerikan Sansürünün üyeleri filmi çok beğenince öfkesi yatıştı.[21] Setsuko Hara ise filmin Amerikalıların talebi üzerine yapılmış olduğunu öğrenince duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir.[22]
Setsuko Hara, şımarık bir genç kızdan azimli ve çalışkan bir köylü kadınına dönüşümünü harika bir oyunla vermeyi başarır. İlk sahnelerdeki kızla sondaki kadın apayrı kişilerdir. O günlerde Japon eleştirmenlerden bazıları Hara’nın karakterini çılgın, anormal ve histerik diye niteleseler de oyunculuk gücünün hakkını da verdiler.[23] Bu film onun oyunculuğuyla ilk kez sektördekileri ve eleştirmenleri şaşırttığı yapımdı.
Hara sayısız hayranı olmasına ve sevilmesine, filmlerinin çok izlenmesine karşın İkinci Dünya Savaşı sonuna değin üstün bir oyunculuk başarısından söz edilemezdi. Yönetmenlerin başarısı ölçüsünde iyi oyunlar verebilse de acemiliği bu ilk dönem filmlerinde kolayca göze çarpar. Yalnızca güzel yüzlü bir yıldız olarak görülüyor, meslektaşları ve eleştirmenler tarafından çok da ciddiye alınmıyordu, bu da onu bir süre sonra ciddi şekilde üzmeye başlamıştı. Onun yeteneğini gören ama oyunculuk konusunda öğrenecek çok şeyi olduğu da aşikâr olan Hara’yı özel olarak eğitmeye karar veren Yasujiro Şimazu oldu.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci
Şimazu 1940’tan 1945’teki ölümüne dek Hara’ya oyunculuk konusunda eğitimler verdi. Fazlasıyla acımasız ve sert bir yönetmen olarak tanınan Şimazu ile ilk kez çalışacağı zaman oldukça tedirgin olan Hara, yönetmenin onu hiçbir şekilde germeden ve büyük bir özveriyle bu eğitimi vermiş olmasından ötürü minnetini sık sık dile getirmiştir. Bu eğitimin getirisi öyle belirgindir ki Hara’nın 1945’ten sonra oynadığı filmlerle öncekiler arasındaki oyunculuk farkı gözden kaçacak gibi değildir.
Şimazu gibi Kurosawa da setlerde bir “tiran” olarak tanınıyordu ve onun Hara’ya karşı tutumu Şimazu gibi yumuşak olmamıştı. Mükemmeliyetçi bir yönetmen olarak en küçük ayrıntısına kadar isteklerinin gerçekleştirilmesini bekliyordu. Hara o güne kadar ilk kez bir yönetmen tarafından bu ölçüde zorlandığını söylemiştir. Ama Kurosawa’nın acımasızlığına, istediğini elde edene kadar oyuncularına çile çektirmesine Hara hiçbir zaman isyan etmedi. Yönetmenin istediğini veremiyorsa yapımdan ayrılması gerektiğini bile düşünüyordu ama Kurosawa buna da izin vermedi. Hara onun istediği gibi oynamayı başaracaktı. Ve öyle de oldu. Hara sette saatlerce çamurların içinde bata çıka ter dökmek zorunda kalsa da ilk kez bu filmdeki rolüyle oyunculuk gücünü gerçekten göstermiştir. Bununla birlikte Kurosawa’nın filminin diğer ayakları pek o kadar mükemmeliyetçilik barındırmaz. Senaryoda sahneler arasında yetersiz bağlantılar, son sahnelerde yineleyen görüntülerin abartılması, kurgunun filmi belli yerlerde yeterince taşıyamayıp zayıflatması göze çarpar. Film asıl gücünü can yakıcı öyküsünden ve oyuncularından alır.
JAPON SİNEMASININ ALTIN DÖNEMİ ve ALTIN OYUNCUSU
Hara, savaş sonrasında diğer pek çok oyuncu gibi Amerikan güçlerinin desteğiyle Toho Birliği adıyla kurulan organizasyonun üyesi olmuştu. Toho Stüdyolarındaki radikal bir grubun yönlendirdiği bu birlik sık sık greve gidilmesini teşvik ediyordu. İlk başta bu grevlerdeki talepler yerine getirilmişti ama ardından birer ay arayla iki kez daha greve gidilmişti. Komünist bir oluşumun siyasi amaçlarla birliği ele geçirdiği ve kullandığı başbakanca da konuşulmaya başlamıştı.[1] Hara, Birliğin aşırı politize olmuş halinden rahatsız olan diğer 10 yıldız oyuncuyla birlikte Toho’dan ayrıldı.[2] 1947’de bu oyuncular ve onlara katılan teknik ekiplerle birlikte Yeni Toho adlı bir stüdyo kurdular.
En önemli yıldızı olan Hara’yı kaybeden Toho stüdyosu, yeni bir oyuncusuna Sadako Hara adı vererek güya seyircileri kandırmaya bile çalıştı. Amerikan işgali bitene ve Hara yeniden Toho ile sürekli çalışmaya başlayana kadar iki stüdyo arasındaki çekişme sürüp durmuştur. Ama Hara bu dönemde özgürleşmişti ve artık tamamen kendi seçtiği yapımlarda oynamaya başlamıştı. İşte bu tarihten sonra yer aldığı her filmde oyunculuğuyla yükseldikçe yükselmiştir. Yönetmen ve senaryonun belirlediği sınırlarla yetinmiyor, karakterini büyük oyunculara özgü bir kavrayışla ele alarak seyrine doyulmayan oyunlar veriyordu.
Japon sinemasının altın dönemi 1952’de Amerikan işgalinin sona ermesiyle ya da 1950’de Kurosawa’nın Raşomon filmiyle başlatılır. Bu ikinci ayrım bir filme odaklı olması nedeniyle yanlış bir sınırdır ama zaten Altın dönemi işgal altındaki Japonya’da savaşın hemen sonrasından başlatmak en doğrusu olur. Bu dönemin ilk başyapıtlarından biri de Anjo-ke no Butokai (A Ball in the Anjo House, 1947) filmidir.
Varlıklarını kaybetmiş seçkin bir aile, malikânelerine el konulmadan önce son bir balo vermek isterler. Yeni yoksul yaşamlarına başlamadan son bir moral toplantısı olacaktır. Bu esnada baba durumlarını koruyabilmek için borç arayışını sürdürür ve olmayacak kişilere başvurur, çocukları önceki duyarsızlıklarıyla, hor gördükleri ilişkilerinin yüküyle yüzleşirler. Gururları yıkılmaz görünen bu insanların, standartlarını koruyabilmek için o gururu nasıl ayaklar altına aldıkları görülür. Ailenin en genç üyesi olan Atsiko ise babasından ve kardeşlerinden farklıdır. En mantıklı şekilde davranıp durumlarını kabullenerek, yeni hayatlarına en uygun koşullarda başlayabilmek için ailesini ikna etmeye, yönlendirmeye, yüreklendirmeye çalışır durur. Filmin en güçlü kişisi Setsuko Hara’nın müthiş bir oyunla ortaya koyduğu bu karakterdir. Japonya’nın yüzyılın başından beri başına gelenlerin özeti gibi olan filmin sonunda Atsiko başarılı olur, savaşın ezici yenilgisini almış, burnu havadayken yere çakılmış ailesinin/toplumunun toparlanarak geleceğe umutla bakmasını sağlar.
Filmlerin sonunda uzaklara umutla bakan karakterler klişe haline gelmiştir. Japon filmlerinde de yan yana duran karakterlerin uzaklara baktığı ve duygusal sözler ettikleri sonlar çokça görülür ama hiçbirisi, özellikle bu filmin son 10 dakikasındaki insanı esir eden oyunundan sonra Setsuko Hara’nın uzaklara bakışı kadar etkili olamaz.
KADINLAR İÇİN ROL MODEL
Setsuko Hara daha 1939’da çağdaş Japon kadını için bir örnek oluşturmaya başlamıştı. Ağır sansür yasasının çıkmasından hemen önce yapılmış olan Tokyo No Josei (Women in Tokyo, 1939) giderek erkekleşen ve militarizmin ağırlığını sanatın tüm alanlarında göstermeye başladığı bir dönemde çekilmiş, keşfedilmeyi bekleyen bir kadın filmidir.
Bir araç firmasında sekreterlik yapan, ailesine daha çok para verebilmek için satış temsilciliğine soyunan ve bu işi yapmakta olan erkeklerin onu küçümseyip alay etmesine rağmen başarılı olan genç bir kadının öyküsüdür. Setsuko Hara, iktidarın kadını erkek hâkimiyeti altında tutup “geleneksel giysilere” yönlendirdiği dönemde, batılı giysiler içinde, kadınların yalnızca sekreterlik gibi kalıplaşmış iş tanımları içinde kalamayacağını gösteren ve erkeklere ait bir işkolunda başarılı olabilen bir karakteri canlandırmıştır. Daktilocu kızdan iş bitirici bir iş kadınına evrilişine tanıklık ederiz. Yedi yıl boyunca benzeri bir film görülemeyecekti.
Savaş sonrasında artık tamamen feodal yapıya karşıt filmler destekleniyordu. Hara, yaşamı kapalı ortamlar ya da kırsalda bağ bahçeyle sınırlandırılan ve tutucu geleneklerin baskıladığı kadınlar için de yeni bir model haline geldi. Blue Mountains‘ta kadınların erkeklere hizmet etmesi gerektiği, yalnızca evlendikleri zaman erkeklerle birlikte olabileceklerine dair anlayış eleştiriliyordu. Hara’nın canlandırdığı Şimazaki, bir sahnede kadınları küçümseyici ve aşağılayıcı sözler eden bir erkek doktor arkadaşını sokak ortasında tokatlamaktan çekinmez. Öğretmenlik yaptığı okulda, kız arkadaşlarını sokakta bir erkekle gören diğer kız öğrenciler onun hayatını cehenneme çevirirler. Genç kızın bir erkekle arkadaş olması, tutucu Japon toplumunda ayıplanmaktadır ve Şimazaki bu düşüncenin okuldaki öğrenciler arasında sürdürülmesine engel olmak ister. Diğer öğretmenlerin de karşısında durur ve haksızlığa uğrayan öğrencisini sonuna kadar savunur. Öğrencilerinin diledikleri gibi erkek arkadaşlarıyla birlikte eğlenebileceklerini, savaş öncesi tutucu toplumun yaptırımlarına boyun eğmemeleri gerektiğini söyler. Aydın ve idealist öğretmenin yobazlara karşı savaşını anlatan öyküde Şimazaki, kızlara evlendiklerinde erkeklere köle olmak zorunda olmadıklarını da anlatır.
Doğrusu bu anlatımlara sahip bir filmi 1945’ten önce yapmak olanaksızdı. Kadın hakları ve seçilme hakkının verilmesi gibi konularda önemli düzenlemeler Amerikalılar tarafından yapılmıştı. Gösterildiği yıl gişe rekoru kıran film, hep baskılanmış kadınları özgürlükle, haklarla ve yeni fikirlerle yüz yüze getiriyordu.
Blue Mountains ile 9 yıl önce yapılmış yine Hara’nın başrolde olduğu Totsugu hi Made (Wedding Day, 1940) filmini karşılaştırmak bize çok şey gösterir. Yoşiko evlenme yaşı gelmiş bir kızdır. Anneleri ölmüş olduğundan ve evin en büyük kızı olduğu için babasına ve kardeşine o bakmaktadır yani gününün büyük çoğunluğu alışveriş, ev temizliği, yemek ve evin düzenlenmesiyle geçer. Filmde sürekli bir işler yaparken ve hizmet ederken gösterilir. O evlenince evin ve evdekilerin bakımını yapacak kimse kalmayacağından babanın yeniden evlenmesi gerekmektedir. Japon aile ve ev düzenini gözler önüne seren belgesel gibi izlenebilecek bir yapımdır.
Blue Mountains‘ta Hara’nın çağdaş öğretmen karakteri, yerel değil modern giysiler giyer ve son derece de şıktır. Bunun gibi savaş sonrası filmlerde kadınlar dışarıda kimono veya yukata yerine çoğunlukla batılı giysilerle görülür. Erkekler de bunları eve geldiklerinde üzerlerine geçirdikleri rahat bir giysi olarak görmeye başlamışlardır.
Savaş öncesinde batılı giysiler çok az kadının ulaşabildiği şeylerdi ama giderek yaygınlaşıyordu. Buna karşın Hara’nın yıldızlaştığı film New Earth‘te kimono giymek özendirilir. Katı ataerkil yapıya dönüş; kadının iyi bir eş olabilmesi için eğitilmesi ve evlenene kadar bunun için hazırlanması, kusursuz hizmet vermekle yükümlü olması, kızların bekâretinin önemi, hanım hanımcık olma, erkeğin mutlak üstünlüğü vb. tutucu politikanın söylemleriydi. Ama aynı dönemde Setsuko Hara, Women in Tokyo gibi bir filmde Mitsuke’nin tam tersi bir karakteri de canlandırmıştı.
Hara geleneksel ve çağdaş olan kadınları ayrı ayrı canlandırdıktan sonra, bu ikisi arasında bir denge kuran karakterleri canlandırdığı, hem Japonya’da daha çok sevilmesini hem de dünyaca tanınmasını sağlayan filmler Yasujiro Ozu’nun eserleriyle ortaya çıkacaktı.
YASUJİRO OZU İLE NORİKO ÜÇLEMESİ
Ozu’nun Late Spring, Early Summer ve Tokyo Story filmlerinde Noriko adlı karakterleri canlandıran Setsuko Hara, bugün de en çok bu yapımlarla tanınmaktadır. Adları aynı olmakla birlikte hepsi de farklı karakterler olan Noriko’ların ortak özelliği, geleneksele hâkim ve saygı duymakla birlikte yüzü çağdaşa dönük kadınlar olmalarıdır. Setsuko Hara’nın bu karakterleri unutulmaz şekilde canlandırarak eski ve yeni arasında bocalayan Japon kadını için ideal bir örnek oluşturmuştur.
Late Spring‘de Noriko, babasıyla birlikte yaşayan, evlenme yaşı gelmiş olmasına rağmen evlenmek istemeyen vefalı bir kızdır. Babasını çok sever ve eğer evlenirse ona bakacak kimsenin kalmayacağını söyler. Elektra kompleksinin açık göstergeleriyle babasını başka kadınlardan kıskanır. Onun yeniden evleneceğini duyunca fena bozulur, babasıyla bir süre küser onunla konuşmaz. Ama yapacak bir şeyi de yoktur ve babası evleneceğine göre o da gönülsüz gibi de olsa evlenerek evden ayrılır. Tüm bunlar Ozu’ya özgü sakin bir görünüm ama sancısını sürekli belli eden anlatımlar içinde verilir.
Noriko’nun evlenmeyi asla düşünmemesi, hep babasının yanında kalmak istemesi, değişime direnmesidir. Film bir büyümenin; çocukluktan yetişkinliğe geçme sınırını olabildiğince ötelemiş bir kızın o kaçınılmaz uçurumdan atlamak zorunda kalmasını yansıtır. Noriko’nun babasına bağlılığı; Japon toplumunun eskiye, savaş öncesine, geleneksele bağlılığıdır, bu bağdan kurtulup ileriye bakması ve yaralarını sarıp arzulanan hayatını yaşaması gereklidir. Noriko değişime yanaşmak istemese de buna zorlanır. Japon toplumunun Noriko kişiliğinde eskiye/babaya duyduğu aşk, ona hizmet etmeye, bakmaya, korumaya yönlendirir ama sonda geçmişi kendi haline bırakıp genç nesille geleceğe uzanmak zorunluluğu vurgulanır. Sonda gösterilen araziler, tarlalar Noriko ve kocasının birlikte çalışarak işleyecekleri yeni Japonya’dır.
Noriko evlenmek istemediği gibi dul birinin de yeniden evlenmesine karşıdır. Bir tanıdığı, karısı öldükten sonra yeniden evlenecek olunca ona “kirli” der ve hor görür. Eski karısına ihanet ettiğini, bağlılık sözleşmesini bozduğunu düşünür. Noriko bir yandan şehirde bir iş bulup kendi başına yaşama seçeneğine sıcak bakan -ki o yıllar için sıra dışı bir durumdur bu- Batı tarzı giyinen, kendi odasında yere değil sandalyeye oturan, geleneğe başkaldıran ama bununla birlikte dul kalmış birinin yeniden evlenmesini ihanet sayan ve kabullenemeyen biridir. Belki de babasının yeniden evlenmesini, dolayısıyla ondan uzaklaşmasını istemediği içindir bu. Ne evlenip evden ayrılmayı ne de babasının evlenerek eski düzenlerini bozmasını ister.
Noriko’nun bu tutucu tavrı seyircilerde başka türlü bir etki yaparak kendini evlenmek zorunda hissetmeyen, babasının ve çevresinin bu yöndeki baskılarına karşı koyabilecek kadar güçlü bir kadın olarak görünmesini sağlamıştır. Sonda babasının oyununa gelip de evlendiğinde ve direnişi kırıldığında bu etki değişmez ama film aile kurulmalı diyerek değişimin kaçınılmaz olduğunu söyler.
Noriko’nun bağımsız şekilde var olarak, evden ayrılması gerekiyorsa bile bunu bir erkek yardımıyla değil kendi ayakları üstünde durarak, çalışıp kazanarak ve kendi evini tutup kendi başına yaşamayı başararak yapması muhteşem olurdu. Fakat o yıllarda Japonya’da bunu yapmanın gerçekte nerdeyse olanaksız olduğunu da unutmamak gerekir. Bu karakteri canlandıran Setsuko Hara’nın da evlenmemiş ve kendi başına ayıplanmadan ve dışlanmadan yaşamış olması ünlü bir yıldız olması sayesinde gerçekleşebilmiştir. Üstelik filmin özgün senaryosunda Noriko’ya hiç söz hakkı verilmiyor, ayarlanmış kocasıyla aile kararı sonucu zorla evlendiriliyordu. Bu durum sansüre takılmış ve Noriko’nun kendi kararı haline getirilmiştir.[3] Amerikan sansürü feodalite geleneklerini bireyselliğin düşmanı olarak gördüğünden bu tip eski geleneklerin, taraflar birbirini görmeden ayarlanmış evliliklerin gösterilmesini istemiyordu.
Japonya’da 2. Dünya Savaşı öncesinde ailenin izni olmaksızın evlenmek mümkün değildi. Evli kadınların da boşanabilmeleri nerdeyse olanaksız gibiydi. Ancak 1948’de çıkan bir yasayla 20 yaşını geçen bireyler özgürce evlenip boşanabilmeye başladılar. Yeni özgürlükler toplumda değişimlere yol açmaya başlamış ve bunların sancıları, eski ve yeninin çatışması şeklinde baş göstermiştir. Blue Mountains‘ta kız öğrencilere aşılanmak istenen özgürlükleri en başta kız öğrencilerin kendileri reddeder. Tutucu yapı onları öylesine ele geçirmiştir ki, kendilerine bu özgürlüğü hak görmezler bile. 1961’de yayınlanan UNESCO raporuna göre Japonya’da evlenmek isteyen bireylere özgürlük veren yasanın çıkmasından 13 yıl sonra bile pek uygulanmadığı ortaya çıkmıştı.[4]
NORİKO’NUN DİRENİŞİ
Üçlemenin 2.si olan Bakushu‘da (Early Summer, 1951) Noriko evin bekâr kızı olarak artık 28 yaşına gelmiştir ve ailesi onun evlenmesini istemektedir. Bulunan kısmetleri geri çevirmekte olan Noriko kendince doğru kişiyi bekler, yoksa da evlilik baskısına istediği kadar direnecek gibidir. Film boyunca çok iyi arkadaşlık ettikleri görülen ve seyircilerin de bunlar neden birlikte olmuyorlar ki diye düşündüğü, boşanmış ve bir çocuğu olan Kenkiçi ile dertleşirler. İkisi çocukluktan beri birbirlerinin ailelerini de yakından tanırlar. Kenkiçi’nin annesi bir gün Noriko’ya, yıllar boyu onu hep gelini olarak görmeyi istediğini ama gerçekleşmeyeceğini bildiğini söyler. Noriko da bir anda, “Gerçekten benim hakkımda böyle mi düşünüyorsunuz?.. Öyleyse kabul ediyorum.” diyerek üstü kapalı teklifi kabul ediverir. Kadıncağız sevinçten havaya uçar. Herkesin peşinde olduğu güzeller güzeli Noriko’nun görülmemiş şekilde sorulur sorulmaz oğluyla evlenmeyi kabul etmesine inanamaz. Noriko’nun sonradan ailesine ani kararı için, “Annesi benimle konuştuğumda bir an bile tereddüt etmedim. Onunla mutlu olabileceğimi düşündüm.” ve de arkadaşına “Asıl istediğim yanı başımdaymış.” demesi, aslında içten içe Kenkiçi’yi hep beğenip istediğini ama bunu kendine bile itiraf edemediğini, başka seçeneklere de hep direndiğini gösterir.
Bu öyküde Noriko yine ailenin istediğine karşı çıkandır. Onu evlendirmek için çırpınan aile üyeleri karşısında sağlam duruşuyla özgüven dolu bir karakteri yansıtır. Kendi istediğini de birden söyleyerek onlara dayatır. Çocuklu biriyle evlenmek istemesi hiç hoş karşılanmaz ama o kararının arkasındadır ve taviz vermez. Japonya’da o yıllarda sıradan bir ailede yaşayan daha güçlü bir bekâr kız tanımı yapılamazdı.
Tokyo Story‘de ise Noriko dul bir kadındır ama yeniden evlenmesi için yapılan önerileri nezaketle savuşturur. Yaşlı bir çiftin uzun bir yol kat ederek Tokyo’ya gelmeleri, doktor oğulları ile güzellik salonu işleten kızlarının ve de savaşta ölen oğullarının karısı Noriko’ya ziyarette bulunmaları anlatılır. Uzun zaman görmedikleri oğul ve kızın yeni kapitalist yaşayış içinde çıkarcı ve düşüncesiz hale geldiklerini görürler. İkisi de anne-babalarıyla ilgileniyor gözükür ama aslında başlarından savmak isterler. Yaşlı ana babaya en fazla yakınlığı ise dul gelinleri gösterir. Son derece sıcak ve güler yüzlü bir kadın olan Noriko, onlara hürmette asla kusur etmez, en iyi şekilde ağırlar, onlara Tokyo’yu gezdirir, hatta biriktirdiği bir kısım parayı kaynanasına ısrarla verir. Onların “yeniden evlen”, “mutlu ol” tavsiyelerini ise “Ben olduğum halimle mutluyum.” diye yanıtlar.
Late Spring ve Early Summer gibi Tokyo Story‘de de Japon toplumunun savaş sonrası değişimi, aile içi olay ve gelişmelerle anlatılır. Yaşlı çift günahları ve sevaplarıyla eski Japonya, çocukları ve dul gelinleri ise yeni Japonya olarak sunulur. Bir kısmı acımasız, vefasız, düşüncesiz, çıkarcı, paragöz ve kapitalist sisteme uymuşken bazıları da kıymet bilir, kibar, son derece düşünceli ve ahlaklı ama bunu eskilerin öğrettiği gibi kusursuz şekilde yapamadığı için huzursuzluk ve suçluluk duygusu içinde yaşayanlardan oluşur. Ama Noriko isterse evlenip isterse evlenmeyeceği bağımsız bir yaşama sahiptir, toplum istiyor diye yeniden evlenmeyi reddeden, kendi başına yaşayan, çalışıp hayatını kazanan, özgürlüğünü ilan edebilmiş bir kadın olarak üçlemedeki en ideal karakterdir.
Setsuko Hara’nın bazılarınca oyunculuğunun zirvesi diye tanımlanan Tokyo Story‘nin Noriko’su, filmin de sembolüdür. Son derece sakin ilerleyen film aslında gerginlikler, vicdan azapları, öfke ve hayal kırıklıklarıyla kaynaşır. Noriko nasıl hep gülümsediği halde aslında yaşadığı acıları, vicdan azaplarını, sıkıntılarını ve özlemlerini bir türlü gizleyemiyorsa filmin bütünündeki sakinlik de baskılanmış olumsuzlukları saklayamaz. Son derece iyi niyetli ve güzel insanlar olarak gösterilen yaşlı anne ve babanın aslında geçmişte birbirlerine ve de çocuklarına yaşattıkları olumsuzluklar küçük ipuçlarıyla verilir. Çocukların da anne ve babalarını iyi ağırlamamaları, anneleri öldüğünde bir an ağlarken hemen sonra eşya paylaşımı düşünmeleri, babalarının yanında fazla kalmayıp hemen işlerinin başına dönmelerinin arkasında hain evlatlık değil bu ipuçları vardır.
Noriko kocasını eskisi kadar düşünmeyip yeni özgür hayatı sanki suçmuş gibi vicdan azabı yaşadığını itiraf eder. Öteki değerbilmez evlatları da suçlamaz ve onların duyarsızlıklarından dolayı öfkelenen küçük kız kardeşe kendisinin de belki ileride böyle olabileceğini söyler. Hiç de hikâyelerdeki, masallardaki gibi naif olmayan acı gerçeklerle yüzleşmekten dolayı yıkılan kız, “Hayat tam bir hayal kırıklığı, değil mi?” diye sorar. Noriko’nun “Evet öyle…” derkenki gülümsemesinde; kabullenmişlik altındaki yıkkın, bitkin, yine de isyan dolu, hınç dolu yaralı ruh o kadar görünürdür ki bir oyuncunun tanrı dağlarındaki zirvelerde dolaştığı ve bizi de o yüksekliklere çıkardığı anlardır bunlar.
GELİNLERİN EFENDİSİ NORİKO
Setsuko Hara savaş sonrasının ağır yükünü azimle sırtlamış, yenilenmek için hızlı toparlanıp çalışmaktan başka çaresi olmayan, toplumsal ve kültürel değişimler içindeki sancılı toplumunu yansıtan karakterleri canlandırarak bir ideal kadın tipi oluşturmuştu. Aşkla iç çekerken “Dünyada gerçekten böyle bir kadın olabilir mi?”[5] diyen erkekler onun gibi bir kadın arzuluyor, Japon kadınlar da onu kendilerine örnek alıyordu.
No Regrets For Our Youth‘ta Yukie, kaynana ve kayınbabasının sevgisini kazanabilmek için canla başla uğraşır; çalışkanlığıyla, bağlılığıyla ve saygılı tavrıyla bunu başarır da. Önceki bir sahnede kaynanası, gelinine hiç yüz vermeyen kocasına kızarak “Dünyada bundan iyi gelin bulamazsın.” der. Türk anneleri de, bu filmle birlikte bir de Noriko üçlemesini izleseler onun gibi bir gelinleri olsun diye yalvar yakar dua ederlerdi. Çünkü ataerkil bir toplumda Noriko gelinlerin şahı, gönüllerin padişahı, ideal eşin feriştahıdır. Gelinim Olur musun’a katılsa rakip tanımayacak, erkeklerden çok annelerinin kapışmak için birbirlerini ezeceği, belki oğullarından daha çok âşık olacakları bu karakter, ağırbaşlı ve güler yüzlü gelin beklentisi içinde kıvranan erkek çocuk annelerinin biricik rüyasıdır. Early Summer‘da Noriko’ya erkeğin değil de annesinin yani kaynananın evlilik teklifinde bulunması, kabul edince de oğlundan kat kat daha çok sevinmesi en azından o dönemde Japonya’da da durumların pek farklı olmadığını gösteriyor.
Ama bu ideal gelin karakteri bugün Japon kadınları ve diğer ataerkil toplumlardaki her kadın için olumsuz bir örnek haline gelmiş durumdadır. Artık aile büyüklerine olan kusursuz saygı ve adanmışlık bir yük olarak görülüyor. Zaten yaşam koşulları da ev kadını değil çalışan gelini dayatıyor. Japon sineması son yıllarda sık sık ekonomik özgürlüğü elde etmiş, 30’lu yaşlara kadar evlenmeyen hatta hiç evlenmemeyi seçen ve bu şekilde mutlu olan kadın öyküleri anlatsa da toplumun hemen değişmesi 60 yıl sonra bile öyle kolay olmuyor.[6] Bugün Japonya G20 ülkeleri arasında en az kadın milletvekiline sahip ülkedir. Japon kadınlarının 21. yüzyılda halen olması gereken statüye erişemediği, iş hayatındaki yerinin bile hala kanıksanmadığı, kadın yöneticilere yeterince güven duyulmadığı ve zaten bu pozisyonlara getirilmelerinin engellendiği görülüyor.[7] 2019 başlarında Japonya’da bir tıp fakültesinde bile cinsel ayrımcılık yapılarak kadın öğrencilere zorluk çıkarıldığı ortaya çıkmıştı.[8] Noriko fikrine âşık olmak çok kolay olsa da onun görevini çoktan tamamlamış bir geçiş dönemi karakteri olduğunu kabullenmek ve kadınları bu fikrin boyunduruğundan çıkararak sosyal hayata tam katılımlarını sağlamak asıl amaç olmalıdır.
SORUNLU EVLİLİKLERİN ÇİLEKEŞ KADINI
Ozu filmleri fazla göz önünde olduğundan Hara’ya asıl en iyi performanslarını verdiren ve birlikte en iyi işbirliklerine imza attığı yönetmenin Mikio Naruse olduğu gözden kaçar. Setsuko Hara ile yaptığı her film bir başyapıttır. Hara bu filmlerde evliliği çatırdamaya başlamış ve bu cenderede kıvranan, çıkış arayan kadınlara tercüman olmuştur.
1951’de Early Summer iler birlikte en çok izlenen film olan Meshi (Repast, 1951), Miçiyo adlı kadının öyküsüdür. Temizlik, bulaşık, yemek yapmaktan başka bir uğraşısı olmayan, kocasının da hiç ilgi göstermediği ve ona hizmetçi gibi davrandığı evliliğinden sıkılmaya başlamıştır. Ekonomik olarak da sıkıntı içindedirler. Miçiyo ne kadar tutumlu olmaya çalışsa da kocası buna pek dikkat etmez. Kocasının genç bir kız olan yeğeni ziyarete gelip onlarla birlikte yaşamaya başladığında durum daha da gerginleşir. Kocasıyla öz yeğeninin fazla yakınlaşmış olması son damlayı taşırır. Sonunda evi terk ederek ailesinin yanına Tokyo’ya gider. Burada bir iş bulup çalışmayı ve özgürleşmeyi arzular. Ama bu düşüncelerini gerçeğe dökemez. Ailesinin kocana dön baskısı, iş bulup çalışmak isterken ya başaramazsam korkuları onu engeller. Onu almaya gelen kocasıyla eve geri döner ve film kadının özgürleşme çabasının başarısızlığıyla sonlanır. Fakat bu filmin de sonu stüdyonun baskısıyla değiştirilmişti.[9] Kocasından ayrılarak hedeflerine yönelecek olan Miçiyo’nun bu sakıncalı kararına müdahale edilmiş, sonda kocasına döndürülüp tüm filme ihanet eden bir iç seste, asıl mutluluğun kocasının yanı olduğu söyletilmiştir.
Evlilik yeni Japonya’da toplumun işbirliği ve fedakârlık antlaşmasını simgeliyordu. Miçiyo aslında Tokyo’da yaşarken kocasının orada iş bulması nedeniyle kırsal bir bölgeye taşınmıştır. Alışmadığı bu yerde pek mutlu olmamakla birlikte kocasına destek olur, tutumludur, şikâyet etmez ama bu çabasının karşılık görmemesi onu soğutur. Japonya’nın ise savaş sonrasında ülkenin yeniden kalkınmasına ihtiyacı vardır. Bunun için tutumlu olmak, ağır koşullara katlanmak gerekli ve zorunludur. Kocanın, yanlışını kabul ederek ve imkânı varken karısını aldatmayıp peşinden gelmesiyle bu çaba yeniden başlar. Evlilik dönemin Japon filmlerinde çekirdek bir sosyal yapı olduğu kadar kadın ve erkeğin el ele vermesi, nüfusun yeniden çoğaltılması, ülkenin belini doğrultması için kurulmuş işbirliğini ifade eder.
Shuu‘da (Sudden Rain, 1956) Naruse yine bir evliliği inceler. Fumiko, kocasıyla 4 yıldır evli bir kadındır. Öyle yırtıcı bir anlaşmazlıkları olmasa da küçük ayrıntılar karşılıklı olarak ikisini de irrite etmektedir ve bunları da birbirlerine söylemekten çekinmezler. Ama bir çözüm bulmak gibi arayışlara da girmezler ya da girseler bile bu karşılıklı olmayınca bir taraf hemen pes etmektedir. Karşılıklı çekişme, bir yandan hafif bir komedi havasında ilerler ama alttan alta büyük bir gerginlik süregider. Evlilikler üzerine harika bir film olan Sudden Rain, karı kocanın bu çekişmeleri ve taviz vermezlikleriyle sonlanır. Genel bakışta ise kadının haklılığı apaçıktır. Kocasının vurdumduymazlığı, kadın işi diye evle ilgili hiçbir sorunla ilgilenmemesi, mide rahatsızlığına sebep karısının yemeklerini göstermesi, çalışmasına izin vermemesi gibi ayrıntılar Fumiko’nun bu ezik kocanın yanında çile doldurduğunu gösterir.
Setsuko Hara kocasıyla sorunlar yaşayan, yaşanan gerginliğin daha da büyümesinden duyduğu korkuyu yansıtan ama evlilik içinde bu tür çatışmaların olağan olduğunu da bilerek alttan alan, her an kocasının herhangi bir iyi yaklaşımına karşılık vermeye hazır bir ev hanımı rolünde oyunculuk dersi verir. Her sahnedeki performansını dikkatle izlemek, verdiği tepkileri, yüzüne takındığı ifadelerin ölçüsünü nasıl da ustalıklı şekilde belirlediğini görmek ayrı bir zevktir.
Yama no Oto (Sound of the Mountain, 1954) evlilik sürse de çoktan bitmiş bir ilişkiyi anlatır. Kocasını sevmeyen ama kayınbabasıyla çok iyi anlaşan, tüm dertlerini tasalarını içine atıp günlerini kocasına ve onun ailesine hizmet ederek geçiren Kukiko rolünde Setsuko Hara, tatlı gülümseyişlerinin altındaki acıyı, kahırları, kadersizliğin ıstıraplarını öyle güçlü şekilde verir ki izleyenleri de bu kahırlara sürükler. Kayınbabasının sevgisi ve babacanlığı, sevgi ve ilgiye aç bu kadının tek dayanağıdır. Kikuko ona iyi davranan ve kollandığını düşündürten kayınbabasıyla kalmak istemesiyle bir anlamda kayınbabasını gizliden sevdiğini belli eder. Ama bu imkânsız ilişki ne gerçeğe ne sözlere dökülebilir.
Hara, Ozu’nun Tokyo Boshoku (Tokyo Twilight, 1957) ve Kohayagawa-ke no Aki (The End of Summer, 1961) filmlerinde de sorunlu evliliğini bitirmeye karar vermiş ve baba evine dönmüş kadınları canlandırır. Ama bu filmlerde de Repast‘teki gibi kocaya dönmek, çocuğu için çileye katlanmak gibi hapishanesine geri girmek kaderi olan karakterleri oynar. Evlenmeye direnen karakterlerdeki göz kamaştırıcı, canlandırıcı, sarhoş edici gülümsemesi, evlilik içinde olduğu bu filmlerde yorgun, yaralı, öfkeli bir yüzde buruklaşmış hale bürünür. Hara’nın filmografisi bu anlamda evlilik karşıtı gizli propaganda içeriyor gibidir.
SON BİR BAŞYAPIT
Setsuko Hara, Musume Tsume Haha‘da (Daughter, Wife, Mother, 1960), dul kaldıktan sonra yeniden evlenmesi istenen, üstündeki çatı ya ailesine ya da bir kocaya ait olması gereken Sanae’yi canlandırır. Sanae, kocası bir trafik kazasında ölünce dul kalmıştır. Onun hayat sigortasından gelen paradan başka bir varlığı yoktur. Kocasının ailesi artık onu istemediklerini söyleyince aile evine geri döner. Ama kardeşlerinin paraya ihtiyaçları vardır ve çekinmeden yeni dul kalmış ablalarından yüklü miktarda borç isterler. Sanae pek gönüllü olmasa da paranın geri gelmeyeceğini bile bile onların isteklerini ikiletmeden kabul eder. Her kardeşin kendi çıkarlarıyla ilgili düşünceleri vardır ve filmin sonunda annelerine kimin bakması gerektiğine dair tartışmalarını bizzat annelerinin önünde yaparak korkunç bencilliklerini açık ederler. Ailedeki tek vicdanlı kardeş olan Sanae bu konuşmaları duyunca şok olur. Henüz birkaç gün önce annelerinin doğum gününde onu hediyelere boğmuşken bunların hep sahte sevgi gösterileri olduğu anlaşılır. Evin satılıp paranın paylaşılması ile ilgili konuşmalarda hepsi de birer çakala dönüşürler. Ailenin bu örnekte yalnızca tanımdan ibaret bir birliktelik olduğu gözler önüne serilir.
Tüm bunlar, kardeşleri hiç de tek boyutlu şeytansı kimseler olarak göstermeden, her birinin gerçekliği şaşılacak düzeyde inandırıcı olacak şekilde verilir ve çevremizde görebileceğimiz benzer örneklerden ayırt etmek olanaksızdır. Kardeşlere ne tam olarak kızabilir ne de hak verebilirsiniz. Ekonomik çıkarların toplum yaşamının her anında ön planda olduğu; ölü evine götürülecek paranın miktarı, eve dönen dul kardeşin kira ödemesi zorunluluğu, sigortadan gelen paraya herkesin üşüşmesi, ev satışından paylarını alıp aileden kurtulmak isteyenler… Küçük yeğeni bile Sanae halasından para ister durur.
Setsuko Hara burada; zor bir evliliğin yükünü çekmiş bir bünyenin yorgunluğu ile artık özgürleşmiş olmanın sevinci, aile evine sığınmak zorunda kaldığı için yaşadığı mahcubiyet ile geleceği için duyduğu kaygıları, kendinden genç bir erkeğin evlilik teklifine olumlu karşılık verme isteği ile aralarındaki yaş farkından dolayı doğacak toplum baskısı arasında kalışını ustaca yansıtabildiği bir mükemmel oyunculuk daha sunmuştur bizlere.
SİNEMAYI BIRAKIŞI ve SÖYLENTİLER
Setsuko Hara’nın son görüldüğü film Japonya’da en bilinir öykü olan 47 Ronin’in büyük bütçeli bir uyarlamasıydı: Chushingura (47 Ronin, 1962). 3,5 saat süren filmde toplamda 5 dakika göründüğü kısa bir roldeydi. Bu epik yapımda dev oyuncular bir araya gelmiş, Hara’ya da yer verilerek afişte adının görünmesi ve seyirci çekmeye yardımcı olması sağlanmıştı. Bu onu son görüşümüz oldu.
Toho yetkilileri, bir daha oyunculuk yapmayacağını öğrendiklerinde onu vazgeçirmek için çok dil döktüler. Her filmi çok izlenen en iyi yıldızlarını yeniden kaybetmek istemiyorlardı. Ama Hara’nın kararı kesindi. Onun doğru dürüst bir neden göstermeden bir anda ortadan kaybolması karşısında öfkeye kapılan bazı eleştirmenler hakarete varan yazılar bile yazdılar. Öfkenin temelinde artık onu izleyemeyecek olmanın, ayrılışının gerçek nedenini bilememenin, olup bitenin dışında bırakılmış olmanın kırıklığı yatıyordu. Ama Hara kimseyi teselli etmeye çalışmadı, çağrıların, açıklama bekleyen hayranların, türlü çeşit dedikodu uydurup ayrılık nedeni icat eden gazetelerin hiçbirini umursamadı.
Nippon Tanjo (Japonya’nın Doğumu, 1959) filminde Setsuko Hara, güneş tanrıçası Amaterasu rolünde kısa bir sahnede görünür. Diğer tanrılara armağan etmek üzere hizmetçilerine kumaşlar ördüren tanrıçanın kötü şakalar yapmaya bayılan erkek kardeşi ortaya çıkıp bir “at şakası” yapar ve bu sırada hizmetçilerden biri ölür. Güneş tanrıçası bu olaya çok kızıp dünya üzerinden çekilir ve bir mağaraya girer, mağaranın ağzını da içerden kapatır. Böylece güneş mağara içinde kalınca dünya karanlığa boğulur. Setsuko Hara, sinemada güneş gibi parlarken bir anda inzivaya çekilerek bu filmdeki gibi tüm hayranlarını karanlığa gömüyordu.
Yer aldığı son basın toplantılarından birinde Hara şok edici bir şey söylemişti. Oyunculuktan pek zevk almadığını ve bu işi, yoksul ailesi ve akrabalarına parasal destek sağlamak ve durumlarını iyileştirmek için yaptığını açıkladı.[10] Tabii ki bu sözlere inanmak imkânsızdı. Japon sinemasının en iyi oyuncusu oyunculuktan nasıl zevk almıyor olabilirdi? Canlandırdığı karakterlere tüm benliğini verirken, karakteri kat kat örüp en kısa zaman aralığında en yoğun, en derin duygu ve anlamlarla dolu oyunlar ortaya koyarken bunları sevmeden mi yapıyordu?
Başka nedenler olmalıydı.
Setsuko Hara’nın oyunculuğu bıraktığı ortaya çıktığında basın ve hayranları işin aslını öğrenmek için arayışa girdiler ama elde pek bir veri yoktu. Üzerinde durulan nedenlerden ilki şuydu: Hara, gözünde oluşan katarakttan ötürü işini düzgün yapamıyor ve stüdyo ışıklarından rahatsız oluyordu.[1]
Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci
Böyle bir nedenin gündeme gelmesi bile komiktir. 1954’te Hara’nın gözüne katarakt teşhisi konmuş ve başarılı bir şekilde ameliyat edilmişti. Ardından da 1,5 yıl setlerden uzak kaldı. Ama bu aranın nedeni yalnızca ameliyat değil, dinlenmesini gerektiren aşırı yorulmaya bağlı rahatsızlığıydı. Sık sık hastaneye gidip gelmek zorunda kaldığı bu süreci güç bela atlatabilmişti. Zaten yaşamının kalanında da son günlerine kadar hiçbir önemli görme problemi yaşamadı.
İkinci neden ise 1953’te kameramanlık yapan abisinin ölmesi ve bu olayın onu psikolojik olarak yıpratmış olmasıydı. Setsuko Hara, 1954’teki uzun aradan iki yıl önce de aşırı yorgunluğa bağlı bir rahatsızlık geçirerek 6 ay boyunca dinlenmeye çekilmişti. Bu aradan sonra setlere döneceği yapım ise aynı zamanda yönetmen eniştesinin de yasaklı yıllarından sonra sinemaya dönüşü olacaktı. Filmin kameramanı da Hara’nın abisi Yoşiyo’ydu. Yani, Shirauo (White Fish, 1953) adlı bu yapım tam bir aile filmiydi. Ama çekimlerde korkunç bir olay yaşandı. Yoşiyo tren çekimleri sırasında, etkileyici lokomotif kareleri elde etmeye çalışırken gelen trenin önünden zamanında çekilememişti ve film ekibinin gözleri önünde tren altında kalarak can verdi.
Kuşkusuz Hara bu olayla yıkıldı ama çabuk toparlanmayı da bildi. İki hafta sonra Ozu’nun Tokyo Story filminin setinde hazır bulunmuştu. Ve de sinemayı zaten bundan 10 yıl sonra bırakacaktı. Ayrıca bu olay Hara’nın ilk kez yakınlarını kaybedişi de değildi. Diğer iki abisini savaş sırasında biri Çin, biri Sibirya olmak üzere cephelerde kaybetmiş ve kardeş acısı yaşamıştı.[2] İş arkadaşlarının trajik ölümleriyle de sarsılmıştı. İlk kez kendini gösterdiği Priest of Darkness (1936) filminin yönetmeni, Yosujiro Ozu’nun yakın dostu Sadao Yamanaka, 1938’de 2. Çin Savaşı için cepheye gönderilmiş ve buradaki çarpışmalarda can vermişti. Onu Women in Tokyo (1939) ve Currents of Youth (1942) filmlerinde yöneten Osamu Fuşimizu da 32 yaşında vereme yakalanıp 1942’de öldü. 1945’te hocası Yasujiro Şimazu’yu 45 yaşındayken akciğer kanserinden kaybetti.
OZU ve SETSUKO HARA ÜZERİNE
Setsuko Hara’nın sinemayı bırakmasına gösterilen en ünlü neden ise Yasujiro Ozu’nun Aralık 1963’teki ölümüdür. Ara sıra çıkan dedikodulara göre Hara, kendinden 20 yaş büyük olan Ozu’yu seviyordu ve o 1963’te ölünce Hara da sinemadan uzaklaşmıştı.
Bu iddiaya gösterilen kanıtlar şöyledir: Hara hiçbir yönetmenle Ozu gibi bir işbirliği içinde bulunmamıştı ve onun sürekli oyuncusuydu. Bu da aralarında bir ilişki başlamasına neden olmuştu. Birlikte bir restoranda ve de bir set akşamında sake içilen sofrada çekilmiş fotoğrafları vardı. Hara, Ozu öldüğü gün onu hasta yatağında ziyaret etmiş ve görgü tanıklarına göre hastane kapısında hüngür hüngür ağlamıştı. Hem sonra bu ölümden itibaren sinemayı bırakmıştı ve Ozu’nun gömüldüğü kasabaya yerleşmişti. Şimdi bu söylenenlerin ne kadar doğru olduğuna bir bakalım.
Ozu, uzun yıllar hep annesiyle birlikte yaşadı, annesinin 1961’deki ölümünden sonra yalnız kaldı. Ozu hiç evlenmemiş, Late Autumn‘un Ayako’su gibi annesini yalnız bırakmayı reddetmişti. Annesinin ölümünden bir yıl sonra boynunun kenarında bir topak olduğunu fark etti. Kontrol ettirdiğinde kansere yakalandığını öğrendi. 1963’ün Nisan ayında kanseri yavaşlatan ancak tamamen durduramayan bir radyoterapi tedavisi gördü. Aralık ayında da tam doğum gününde öldü.
Hara’nın 13 yıldır yakından tanıdığı, birlikte 6 filmde çalıştığı, dostluk kurduğu ve büyük bir saygı duyduğu Ozu’nun kanser nedeniyle iyice zayıfladığı son anlarına tanık olduktan sonra ağlaması kadar doğal ne olabilir? Onu hastanede ziyaret ettikten birkaç saat sonra da Ozu ölmüştü. Bazı kaynaklar onun Ozu’nun cenazesine katıldığını söylerken bazıları yalnızca anma gününde ailesine özel olarak başsağlığı dilediğini söyler. Bunlar da bize bir şey göstermez çünkü 5 yıl sonra Ozu’nun senaryolarını hep birlikte yazdığı Noda Kogo öldüğünde onun da anma törenine katılmıştı. Hatta kalabalıklarca en son görüldüğü yerin burası olduğu söylenir.
Hara’nın oyunculuk yaptığı sürede en çok Ozu ile çalıştığı, oyunculuk gücünü ilk Ozu’nun yönetiminde ortaya çıkardığı da tamamen yanlıştır. Hara, Ozu ile 6 filmde çalıştı, bunların 4 tanesinde başroldeydi. Ama Satsuo Yamamoto ve Yasujiro Şimazu ile de 6 filmde çalışmıştı. Mikio Naruse, Kajiro Yamamoto, Kunio Watanabe, Tadaşi Imai ve eniştesi Hisatora Kumagai ile de 5’er filmde çalıştı. Üstelik bu yapımların hemen hepsinde başroldeydi. Setsuko Hara Ozu’dan önce bu yönetmenlerin setlerinde çoktan pişmişti. 6 filminde oynadığı Yasujiro Şimazu, Hara’yı bizzat eğitmişti. Setsuko Hara, Ozu ile ilk filmini çevirdiğinde önceden 65 filmde oynamış, oyunculuk gücünü kanıtlamış ve Japonya’nın en iyi oyuncularından biri olarak anılmaya başlamıştı.
Hemen her yerde Setsuko Hara’nın sinemayı 1963’te Ozu öldükten sonra bıraktığı yazar. Oysa 1962’de 47 Ronin‘in çekimlerinde yer aldıktan sonra emekliye ayrılmıştı. Ve de sinemayı bırakma düşüncesi birden oluşmadı, verdiği röportajlara bakılırsa en geç 1959’dan itibaren aklındaydı. Ama sinemayı bıraktığı sırada bir beyanat vermemişti ve onun bir daha filmlerde oynamayacağı 1963’ten sonra konuşulmaya başlandı. Ayrıca Hara, Ozu’nun mezarı orada olduğu için değil ablası, eniştesi ve yeğenlerinin de yaşadığı güzel bir kasaba olduğu için Kamakura’ya yerleşti. Burada 1955’te yaptırdığı bir evi bulunuyordu. (Hatta belki bu sıralarda emekliliğini geçireceği evi yaptırdığını biliyordu.) Yani ola ki aralarında bir yakınlaşma vardıysa bile Hara’nın sinemayı bırakmasına neden olan Ozu’nun ölümü veya ilişkileri değildi.
Ozu’nun yakınlık duyduğu asıl kadın, onun için şiirler yazdığı ve sık sık görüştüğü bir geyşaydı. Ozu’nun utangaç biri olduğu ve Hara’nın yanında yanaklarının kızardığı gibi komik anlatımlar vardır. Oysa gerçekte hiç öyle biri değildi. Çok samimi olmadığı insanlar içindeki tutumu ile özel hayatındaki hali farklıydı. 17 yaşındayken alt sınıflardan bir erkek öğrenciye aşk mektubu yazdığı için okuldan uzaklaştırılmıştı. Onun geyşa arkadaşlarıyla sık sık bir araya geldiği, birlikte içip sukiyaki (bir tür sebzeli et kavurması) yemeyi sevdikleri anlatılır.[3]
Günümüzde ikisinin âşık oldukları ama ilişkilerini gizli tuttukları ya da Hara’nın onu karşılıksız olarak sevdiği gibi türlü çeşit yakıştırmalarla magazin severleri çekmeye yarayan uydurmalar sürmektedir. Hatta “Setsuko Hara ve Yasujiro Ozu Neden Sevgili Olmadılar?” diye kitaplar bile basılmıştır. [4] Ozu’nun bu dedikoduları kendi filmlerinin gişe başarısı için kullandığı da öne sürülmüştür.[5]
SAĞLIK SORUNLARI
Setsuko Hara’nın, 40 yaşını geçtikten sonra yaşlı halde görünmekten rahatsız olmaya başladığı da söylenir. Sonraki yıllarda inanılmaz bir inat ve azimle saklanışı hatta ölüm döşeğindeyken ölüsünün bile resminin çekilmemesi ve kimseye gösterilmemesini isteyişi buna kanıt olarak sunulabilir ama işin aslı öyle değildir. Ozu’nun anmasına katıldığında bir muhabire şöyle demiş: “Yakın zamanda kendisiyle şakalaşmıştık, ‘YaşIandığımda eğer Bay Ozu bana bir filminde rol verirse son bir kez daha çalışmak isteyebilirim.’ demiştim. Ama artık Ozu Hoca’nın eşsiz tarzı bir daha görülemeyecek.”[6] Bu sözler onun sinemayı Ozu’nun ölümünden önce bıraktığını kanıtladığı gibi yaşlı olarak görünmekten çekinmeyeceğini de gösterir.
Yaşlılıktan öte Hara’nın yaşadığı başka ruhsal ve fiziksel sorunlar vardı. Aşırı çalışma onu fazlasıyla yoruyor ve yıpratıyordu. Savaş sırasında yaşadığı kayıpların bunlarda etkisi var mıydı bilinmez ama ilk kez 1952’de onu yatağa düşürecek kadar etkili bir yıpranmaydı. Bu aradan dolayı Naruse ile çekeceği ve yalnızca onun oynaması için yazılan filmde bile yer alamadı. 6 ay sonra döndüğünde abisini sette kaybederek yeni bir sarsıntı yaşadı. Ocak 1954’te katarakt teşhisi kondu ve oyunculuğa neredeyse 2 yıl ara verdi. Kataraktın o günlerde zihinsel bir şok veya yetersiz beslenmeden dolayı kaynaklandığı söylenmişti. Güzelliğinin ve popülerliğinin zirvesinde olduğu zamanlarda setlerden uzak kalmıştı. 1955’te sinemaya yeniden döndüğünde yine eniştesinin çekeceği bir çocuk filminde oynayacaktı. Bu fantastik filmdeki rolü hastalığı yüzünden kısa tutulmuştu. Sabah 9 – akşam 5 arası çalışacağı ve yalnızca 5 gün sürecek bir çekim programı yapılmıştı. Eniştesi 2 yıllık süreçte hastalığına birinci dereceden tanık olduğu için onun yorulmasına engel olmak için elinden geleni yapıyordu. Kocası rolüne de önceden 15 filmde birlikte çalıştığı Susumu Fujita seçilmişti, böylece yabancı bir oyuncuyla yaşayacağı olası stresten uzak kalması sağlanmıştı.
Yıllar sonra arkadaşı Yoko Tsukasa’ya sinemadan ayrılışına dair şunları söylemiş: “15 yaşından beri sinemanın içindeydim. Başta oyunculuk hakkında pek bir şey bilmiyordum ama sonra başroller oynamaya başlayınca ne kadar çok enerji harcamak gerektiğini ve işin zorluğunu kavradım. Sanırım o kadar güçlü değildim ve yıllar içinde enerjim buna yetmez oldu. Kalan enerjimi de hayatımın geri kalanı için saklamayı seçtim.”[7] Enerji yoksunluğu tek neden değilse de en önemli bileşenlerinden biri olduğu bellidir. Oyunculuğun verdiği yorgunluk, yaşadığı travmalar, başka kaygılar ve ruhsal çöküntülerle güçsüz kalan bedeni yıpranıyor ve sağlığı bozuluyordu.
AYNI ROLLERİN FARKLI KADINI
Sinema, genç yüzler tarafından işgal edilmiş bir sanattır. Genç bireylerin öyküleri her zaman ezici çoğunluğu oluşturmuştur. Hara 1960 Şubat ayında Tokyo gazetesi ile yaptığı röportajda, “Yaşım şu an bir kadın oyuncu olarak en zor kısım, Toho’dakiler benim için rol bulmakta zorlanıyor gibiler.” demişti. 40 yaşına gelmiş bir kadın oyuncunun on-yirmi yıl önceki kadar rağbet görmediği açıktır. Setsuko Hara da artık pek uygun roller bulamadığını kendi ağzından belirtmişti. Bunu filmografisine bakarak da görmek mümkündür. 1960’tan sonra keskin bir düşüşle 2’şer filmde yer almıştır. “Son zamanlarda çok az sayıda filmde oynadım çünkü sevdiğim bir senaryo olmadı. Genç yaşımdan beri böyle; senaryoyu kalbimden sevmezsem rolü kabul etmek istemiyorum. Bu nedenle de 27 yıldır oyunculuk yapmama rağmen çevirdiğim film sayısı 100’e bile ulaşmadı.”[8] Bundan sonra belli rollere sıkışıp kalacağını da herhalde çoktan fark etmiş olmalıydı. Onun tüm oyunculuk kariyerine ve oynadığı rollere toplu bir bakış bize bu konuda apaçık bir tablo verir.
Setsuko Hara en az 5 kez öksüz kız, 7 kez kocası savaşta ölmüş dul, 7 kez sorunlu evlilikler içinde yer alan kadın, 10 kez sorumluluklarının bilincinde olan özverili kız evlat ve en az 15 kez evlendirilmek istenen kız veya dul rolü canlandırmıştır. Benzer rollerin her birine bambaşka yaklaşımlarla hayat verebilen, yeteneği dağları aşmış bir oyuncuydu ama 40 yaşını geçtikten sonra da iyimser ve çocukları için fedakârlıklar eden anne veya dul rollerinden kaçması pek mümkün olacak gibi gözükmüyordu.
Çevirdiği 100’den fazla filmde sıra dışı roller iki elin parmağını geçmez. Çünkü seyirciler onu iyi aile kızı rollerinde tanıyıp sevmişlerdi ve bu çerçevenin dışına çıkabilmesi çok mümkün olmadı. Yine de 1947’de bağımsız hale geldiğinde artık bütünüyle kendi seçtiği projelerde oynamaya başlamıştı. En farklı rolleri de işte bu dönemdeki filmlerindedir.
FEMME-FATALE, METRES, YUVA YIKAN KADIN…
Hara Japonya’da en çok “Ebedi Bakire” diye anılır. İlk yıllarında, çok acılar yaşayan karakterleri canlandırdığı için bir azize konumuna getirilmişti. Bu lakap sonradan, gerçekte hiç evlenmediği ve bilinen bir sevgilisi olmadığı için üzerine cuk oturdu. Çoğu filmde; evlenmemiş, evlenmek üzere olan, evlendikten hemen sonra kocasını kaybetmiş ve bir daha kimseyle ilişki kurmamış kadın rollerini canlandırmış olmasının da payı büyüktü. Ama Hara başka rollerde de oynayarak kendini geliştirmek onlarda da başarılı olabileceğini göstermek istiyordu.
Kurosawa ile ikinci çalışması olan Hakuchi (Idiot, 1951) filminde karakterin acısını, görmüş geçirmiş bir kadının insanlara nefret ve alayla bakışını perdeyi yakan bir oyunla veriyordu. Bulunduğu sahnelerde yönetmeni Kurosawa’yı bile ezip geçtiği söylenebilir. Kurosawa kendi ağzından anlattığına göre, Hara ona bir sahnede nasıl bir tepki vermesi gerektiğini sormuş, Kurosawa bunu hiç düşünmediğinden cevap verememiş, sonra filmi uyarladığı Budala kitabında Dostoyevski’nin ilgili bölümde yazdıklarını bulup Hara’ya orada yazdığı gibi oynamasını söylemiş. Hara da tek seferde bu oyunu vermiş ve settekiler büyülenmişler. Asıl uzunluğu 4,5 saat olup sonradan 2,5 saate kısaltılan film bir hayal kırıklığı olmuş ve hiç beğenilmemiştir. Gişede elde edebildiği az biraz geliri de yalnızca Hara’ya borçlu olduğu söylenir.
Yuwaku‘da (Temptation, 1948) Hara, ölen babasının eski öğrencilerinden birine âşık olan Takako’yu canlandırır. Babasının öğrencisi evli ama karısı bir sanatoryumda kalmaktadır. Takako da onun çocuklarına bakar, ev hizmetlerini görür ve yavaş yavaş karısının yerine geçmeye başlar. Hara’nın çok iyi niyetli bir kızı oynamakla birlikte evli bir adama âşık olup onun karısı yerine geçmeye kalkan, bir anlamda yuva yıkan kişi pozisyonuna düştüğü bir karakteri canlandırması bile sıra dışı sayılırdı.
Onu belki tanıyamayacağınız ve seyirciye bir tokat gibi çarpan karakteri ise Taifuken no Onna (The Woman in the Typhoon Area, 1948) filmindedir. Bir çete liderinin sevgilisi rolünde ölümcül bir kötü kadını canlandırır ve onu iyi aile kızı rollerinde görmeye alışanların feleğini şaşırtır. Eğer bir fani, hep gülücükler saçtığı ya da hüzünlü gözlerle bakıp gözyaşı döktüğü rollerde Hara’ya tutulmadıysa bu filmdeki mahvedici çekici bakışlarının büyüsünden herhalde kurtulamayacaktır.
Ama seyirciler Hara’yı bu rollerde benimsemek istemediler, kitleler onun neşe dolu, sevecenlik dolu gülümsemesine bazen de sessiz, hüzünlü ama cazibesinden taviz vermeyen hallerine âşıktılar ve hep o âşık oldukları kadını görmek istediler. Hoçi gazetesine 1961’de verdiği röportajda “Son zamanlarda, bir oyuncu olarak daha da ilerlemek adına veya idealler söz konusu olduğunda fazla bir arzum olmadığını görüyorum.” demişti.
En önemli yönetmenlerle en iyi filmlerde yer almıştı. Oynadığı filmler her zaman en çok izlenen filmler oluyor, yılın en iyi filmleri olarak anılıyordu. Her zaman en iyi oyuncu sıralamalarının tepesinde kaldı. Japonya’da pek çok ödül almıştı. 1949 yılında oynadığı üç filmdeki rollerinin hepsiyle birlikte en iyi kadın oyuncu seçilmişti. Herhalde sinema tarihinde benzeri bir örnek yoktur. Ama zaten ödül kazanmak gibi hırsları hiç olmadı. Onu asla büyük bir ödül alınca gözyaşları içinde sümüklerini akıtarak ödül konuşması yaparken hayal edemezdiniz.
SETSUKO HARA’NIN GERÇEKLERİ
Japonya’nın Clint Eastwood’u olarak bilinen Ken Takakura, otobiyografisinde Setsuko Hara’yı; Şinjuku İstasyonu’nda yorgun ve bezgin halde işten dönen insan orduları arasından yürüyerek onları çarpan, canlandıran üstün bir varlığa benzetir. Hipnotize ettiği insanların arasından sanki fiziksel varlığı orada değilmiş gibi süzülüp onları büyüleyerek geçer gider.[9] Hara’yı çevreleyen ve ona daha fazla ilgi duyulmasına neden olan gizem havası, bilinmeyen özel hayatının eseriydi. Ülkenin en ünlü film yıldızı olup da özel hayatının ayrıntılarını nerdeyse bütünüyle kendine saklayabilmiş biriydi.
Early Summer‘da Noriko’nun arkadaşı, onun müstakbel kocasıyla şehirden köye taşınacağını öğrenince şöyle der: “Seni Tokyo’yu hiç terk edemeyecek bir tip sanırdım. Hep Batılı tarzda yaşayacağını hayal etmiştim: Çiçek bahçende Chopin dinleyecektin. Karo döşeli mutfağında içi Coca Cola dolu bir buzdolabın olacaktı. İşte böyle bir evde modern bir ev hanımı olacağını düşünmüştüm. Ziyaret ettiğimizde benimle kapalı bir verandada buluşacaktın, üzerinde beyaz bir süveter, yanında teriyer cinsi köpeğinle beni beyaz çitlerinin üzerinden el sallayarak [İngilizce] ‘Merhaba naber?!’ diye karşılayacaktın.” İşte Setsuko Hara’yı da bu şekilde filmleri ve oluşturduğu imaj çerçevesi içinde hayal edenler fazlasıyla yanılmaktaydı. O beklenmedik anda Tokyo’yu terk etti ve Kamakura kasabasındaki sakin hayatına başladı.
“Ebedi Bakire” lakabı takıldığında aslında kendisinin filmlerde görülen karakterler gibi olmadığını herkese anlatmaya çalışmıştı. Bu lakap ortaya çıktıktan bir zaman sonra, “[Ebedi Bakire adının] hiçbir sorumluluğunu almıyorum. Yeterince uykumu almadığımda benim de gözlerim çapaklanıyor, üşüttüğümde benim de burnum akıyor.“ demişti.[10] Bu sözlerle ya bakire falan olmadığını anlatmak istiyordu ya da öyleymiş gibi bir imaj çizmeye çalışmıştı.
Oyunculuğu bıraktığı ayyuka çıkınca sinemada var olduğundan beri ilk kez büyük çapta eleştiriye tutuldu. Toplumun dilediği gibi davranmamış, her oyuncu gibi yaşlanana kadar giderek küçülen rollerle de olsa işini sürdürmemişti. Oysa o kendi varlığını sinemaya endekslemiş, sinemadan uzak kalırsa kimliği tuzla buz olacak biri değildi. Dünyasını kendinden başka bir şey üzerine kurmamıştı ve başka zevkleri, başka istekleri de vardı. En sevdiği şeyleri; okumak, bira içmek ve tembellik etmek şeklinde sıralamıştı. Başka bir söyleşide “Hiçbir şey tarafından rahatsız edilmediğim sessiz zamanları severim.” demişti.
Tüm bunlara bakınca belki de dönüp dolaşıp ilk çıktığımız yere ulaşıyoruz. Hara oyunculuktan o kadar hazzetmediğini söylerken hiç de bahane falan uydurmuyordu. Aslında oyunculuğa ondan vazgeçemeyecek kadar tutkuyla bağlı kalamadığını anlatıyordu. Aynı rollere tıkılı kalmak, kendisine uygun iyi senaryoların azalması, en iyilerle en iyi işlerde çalışmış olmanın doygunluğu, sağlık sorunlarının enerjisini tüketmesi, ruhsal bitkinliği hepsi de katkı yapmıştı. Tüm bunlardan başka tembellik etmek, bahçesinde çiçek yetiştirmek, belli etkinliklere, tanıtımlara, röportajlara katılmak zorunda olmamak, kilo alır mıyım, perdede göbekli görünür müyüm diye düşünmeden doya doya bira içebilmek gibi son derece basit görünen ama bir yıldızın kolay kolay başaramadığı küçük tatminlerle dolu bir yaşam istiyordu.
Setsuko Hara’ya yazılan aşk mektupları ona asla ulaşmamak üzere gönderilmiştir. O tüm bu sevgiyi, hayranlığı, ilgiyi reddetmiştir. Şunu çok iyi biliyordu: Setsuko Hara’ya yazılan mektuplar bir hayale, bir fikre, sanal bir kişiliğe yazılıyordu. Çünkü Setsuko Hara diye biri asla olmadı. O rolleri canlandıran oyuncunun asıl adı Masae Aida’ydı. Setsuko, onun oynadığı ilk filmindeki karakterin adıdır. Bu ad sonradan sahne adı olarak belirlenmişti. Ama o Masae Aida olmayı hiç bırakmadı. 15 yaşındayken olduğu gibi hep ağırbaşlı ve zeki bir öğrenciydi. Ünlü olduktan sonra onunla tanışanlar, hiç de diğer yıldızlar gibi gösterişçi tavırlı değil tersine sıcakkanlı ve sakin bir kişiliği olduğunu söylüyorlardı.
Size tapan insanların sevgisinde boğulmayı ve bununla beslenmeyi, parayla elde edilebilecek zevklerden sınırsızca yararlanmayı bir kenara itebilmek, dev bir yıldızken küçük zevkler peşindeki sıradan bir kimse olmayı başarmak (ya da zaten hep bu hali korumuş olmak) ve de tüm bunları gözden düştükten sonra değil de ününün zirvesindeyken yapabilmek öyle kolayca başarılacak bir şey değildir. Masae, gelmiş geçmiş en iradeli oyunculardan biri olarak onu gerçekte hiç tanımayanların istek ve yönlendirmelerine aldırmadı, kendi bildiği ve istediği yolu seçti. Sinemayı bırakır bırakmaz da bir daha Setsuko Hara adını kullanmadı.
MASAE’NİN DÜŞLERİ
Setsuko Hara küçükken pek de mutlu bir çocuk değilmiş. Ağaçlara tırmanmayı seviyormuş ve sık sık başka çocuklarla kavga ediyormuş. En büyük isteği ise yabancı ülkelere gitmek ve oralarda yaşamakmış. İlk ve ortaokuldayken yazdığı ve 4 ayda bir çıkan okul dergisinde yayınlanmaya layık görülen makalelerinin isimleri şöyledir: “Deniz” (1929), “Kansai’ye Yolculuk Düşü” (1932) ve “Yokosuka Askeri Limanı Sehayat Notları” (1933). Bu ayrıntılar, onun mutsuz bir ev ortamı ve yoksul bir çevreden uzaklaşmak isteyen bir çocuk olduğu izlenimi oluşturur. Ama Hara hiçbir zaman seyahat düşkünü biri olmadı. Ünlendiği ve New Earth filmi için Avrupa ve Amerika yolculuğuna çıktığında belki bu istekleri tatmin olmuştu. Şaşırtıcı düzeyde olgun bir çocuktu. O yaşlarda Japonya’da elde ettiği ün, Nazi Almanya’sında gördüğü ilgi ve gittiği yerlerde ağırlanışı, yoksul bir aile ve çevreden gelip de bir anda yüceltildiği durumlarla karşılaşması onu hiç de şımartmışa benzemez.
Ailesine yaşamının sonuna kadar bağlı kaldı. Çocukluğunda kalabalık ve fakir aile ortamında neler yaşandığını bilemiyoruz ama yoksunlukların acısını herkes gibi o da yaşamış ve bunlardan kaçmak istemiş olması son derece doğaldır. 1959’da verdiği bir röportajda, “Ailem çocukluğumda pek de kutsanmış sayılmazdı. İlkokul öğretmeni olmak istiyordum ama ekonomik nedenlerden dolayı oyuncu oldum.” demişti. Çok istediği öğretmenliği yalnızca öğretmen rolleriyle tattı. Kariyeri boyunca 5 kez idealist öğretmenleri canlandırdı.
En sevdiği şey okumaktı. Okuldan sonra diğer öğrenciler sokakta oyun oynamaya çıkar ama Hara onlara katılmazmış. Kütüphaneden aldığı kitabıyla ormana gider ve tek başına sessizlik içinde okurmuş. Bu onun hiçbir zaman bırakmadığı alışkanlığı olmuştur. 2015 yazında 95 yaşındayken, yakın arkadaşı Yoko Tsukasa ile görüşmesinde o sıralarda ekonomiye merak duyduğu için ekonomi üzerine kitaplar okuduğunu, gazetede ilanını gördüğü ilgili bir kitabı sipariş ettiğini söylemişti.
Yeğenlerinden Ryo Kinoşita’ya göre Hara, sakin, akılcı ve fedakâr bir insandı. Savaşın son günlerinde Tokyo bombardımanlarla yerle bir edildiğinde evi büyük hasar görmüştü. Doğduğu yer olan Yokohoma’ya döndü. Ailesinin evinde, evlerini yitirmiş ya da yalnız kalmış, yiyecek bulamaz hale gelmiş 20’ye yakın akrabası ve yakınıyla birlikte yaşamaya başlamıştı.[11] Herkes için oda yoktu, üç-beş kişi aynı yatakta uyuyordu. Ailesinin tek umuduydu çünkü onları destekleyebilecek kazancı olan başka biri yoktu. Bu günlerde koluna sepeti takıyor, kasabanın pazarına sebze almaya gidiyor ve ağır yüküyle geri dönüyordu. Her bir akrabası ekonomik olarak bağımsızlığını sağlayıncaya kadar onları destekledi. Yeğeninin fikrine göre Hara’nın kalbi acılara, yoksulluklara katlanamıyordu ve aslında çok yalnız biriydi.[12]
Ailesi özellikle de 2. ablasıyla çok yakındı. Sağlık sorunları yaşayıp sinemaya uzun aralar vermek zorunda kaldığı dönemlerde ablası, eniştesi Kumagai ve yeğenleriyle birlikte onların Kamakura’daki evlerinde kalmıştı. Aslında Hara, hayatının büyük bir kısmını onlarla birlikte geçirdi denebilir. Kumagai’nin ve kendisi de oyunculuk yapmış olan ablasının cesaretlendirmesiyle oyunculuğa başlamıştı ve onlara ayrıca bir minnet duyuyor olmalıydı.
HUYSUZ, KUMARBAZ, UTANGAÇ, HÜZÜNLÜ… HARA’NIN HALLERİ
Oyuncu arkadaşları ve yönetmenler onu gerçekçi, pratik ve çok zeki biri olarak tanımlıyorlardı. Hara’nın filmlerdeki gibi ağırbaşlı ve neşeli biri olmadığını belirtmek için anlatılanlar da vardır. Oyuncu arkadaşı Ryo Ikebe, bir gün sette pencereden geçmekte zorlanan Hara’yı kıçından iterek yardım etmiş ve “Değirmen taşı gibi kıçın var” diye şaka yapmış. Hara öfkelenip ona Aptal! diye bağırarak tekmelemiş. (Yalnızca tekmeyle yetindiği için Ikebe kendini şanslı saysa yeridir.) Bir başka anıya göre bir gün çekimlerin ardından arkadaşlarıyla mahjong (Çin dominosu) oynarken Hara giderek oyuna kendini kaptırmış, yüzü ciddileşmiş, eli de hafiften titriyormuş. Rakibi uzun süre düşününce, “ne bekliyorsun hadi oyna artık” demiş, adam “düşünüyorum” deyince “yeterince düşündün, ne yapmaya çalışıyorsun” diyerek bağırmaya başlamış. Tüm bunlar o anki duygu durumu, yoğun iş günü ardından biriken stres gibi nedenlere bağlı olabilecek ufak tefek ayrıntılardır. Onun geçimsiz biri olduğuna dair başka da bir anı yoktur.
Setsuko Hara’nın Daughter, Wife, Mother filmindeki öpüşme sahnesinde yaşanan gerginlik de anlatılanlar arasındadır. Hara hiçbir filminde öpüşmemiştir ama bu filmde bir öpüşme sahnesi vardı. İzleyenlerin kolayca göreceği gibi bu sahne iki oyuncunun aslında öpüşmediğini belli edecek şekilde yüzlerini saklayarak çekilmiştir.
Kumara düşkün olduğuna dair anlatıya kanıt da genç bir oyuncu tarafından aktarılmıştır. Yine bir akşam Tokyo dışındaki çekimler nedeniyle bir otelde kaldıkları sırada oyuncu arkadaşlarıyla bir oyun oynuyorlarmış ve ortaya yüklüce paralar konuyormuş. Ortaya sürülen para genç oyuncunun filmden aldığı miktardan daha fazlaymış. Hara kumar oynamayı seviyorduysa bile sinemayı bıraktıktan sonra bunu kendi ailesinden başkasıyla yapmış olamaz. Ama Hara’yı kumar oynarken görmek ve mest olmak isteyenler bir salon dolusu erkekle birlikte aralarında tek kadın olarak kumar oynadığı ve zavallı kocasının paralarını yarınlar yokmuşçasına çarçur ettiği Fundoshi Isha (The Country Doctor, 1960) filmini izleyebilirler.
Hara’nın sinema yıllarındaki çoğu fotoğrafını çekmiş olan Şintaro Akiyama “Onu görür görmez âşık olmuştum. Çok utangaçtı, fotoğraflarını çekmek, poz vermesini sağlamak zor olurdu. Ama bana konunun içindeki gerçek güzelliği yakalamak öğretilmişti ve ben de bunu yapmaya çalıştım.” demiştir.[13]
Hara ile ilgili en hüzünlü anı ise yönetmen Satsuo Yamamoto’nun aktardığıdır: “Savaşın ardından çok geçmeden onu Kamakura’da, eniştesinin arazisi üzerinde yaptırdığı evinde ziyaret ettim. Seiji Maruyama onu filminde oynatmak istiyordu ve Hara’yla konuşmam için beni göndermişti. Hara beni görünce içeri davet etti, ‘Satsuo Hoca, buyrun birlikte içelim!’ diyerek bir şişe bira getirdi. O günlerde bira bulabilmek o kadar kolay değildi ve ben de memnuniyetle bol bol içtim. Sohbet sonunda 12 şişeyi tüketmiştik. Eski günlerde ağzına hiç alkol sürmeyen Hara beni şaşırtmıştı. Sonunda dayanamayıp, ‘Sen tamamen değiştin!’ dedim. Neşeli yüzü biraz hüzünlendi, ‘İçmeden uyuyamıyorum.’ dedi.”[14]
SİNEMADAN SONRA NELER YAPTI?
Hara, 1962’den sonra Tokyo’nun 50 km güneybatısındaki bir sahil kasabası olan, ablası ve yeğenlerinin de ikamet ettiği Kamakura’daki iki katlı bahçeli evine yerleşti. Ne hizmetçisi vardı ne uşağı ne de şoförü. İlk başta yerel gazeteler, ne zaman alışverişe çıktığı, ne sıklıkta çamaşır yıkayıp bahçeye astığı, hangi eski okul arkadaşlarının onu ziyarete geldiğine dair dedikodu haberleri yapıyordu. Mahalle sakinleri, ilk zamanlarda onun ne yaptığını merak ederek etrafta dört dönen ve fotoğraf çekmeye çalışan muhabirlerden dolayı Hara’nın oldukça tedirgin göründüğünü söylemişlerdir. Dışarı çıktığında paparazzilerden korunmak için büyük güneş gözlükleri takıyor, kalabalık grupların yanından geçerken yüzünü kapatıyordu.
Hara, onun ortadan kaybolmasıyla ortaya çıkacak kaçınılmaz merakın giderek körelip gideceğini ummuştu. Ama bu o kadar kolay ve çabuk olmadı. Onun özel yaşamında olup bitenler, sanatı yanında hiçbir önemi olmayan bir magazin konusuydu ama kaçınılmaz bir çabaya yöneltiyordu. Yıllar boyu pek çok muhabir, belgesel yönetmeni, bazı eski oyuncu ve sinemacı tanıdıkları onun kapısını çaldılar. Ya kapıyı açan olmadı ya da karşılarında Setsuko Hara’yı değil, akrabalarından birini buldular. Onlar da genelde aynı şeyi söylüyorlardı: Hara’nın sağlığı yerindeydi, röportaj vermek istemiyordu, onu rahat bırakmalarını rica ediyordu. Daha sinemayı bırakmadan önce de, “İnsanların oyunculuğum dışında özel hayatıma burunlarını sokmalarından hoşlanmıyorum.” demişti.[15] 1971 yılında oyunculuğa geri dönmesi için başlatılan kampanyaya yeğeni aracılığıyla şu cevabı verdi: “Geri dönmüyorum. Hayatımla ilgili fazla meraklısınız!”
Magazin gazeteleri tabii onun peşini kolay kolay bırakmadılar. Uzun zaman sonra 1978’de o olduğuna inandırabildikleri fotoğraflarını çekmeyi başardılar.[16] Asla bir zamanların en büyük yıldızıymış gibi değil de mahallede kabadayı edasıyla yürüyormuş izlenimi uyandıran bir fotoğrafla, kapısının önüne bir şey koyarken ve bir de güneş gözlükleriyle sokakta yürürken çekilmiş resimlerdi bunlar. Hepsi de uzak mesafeden çekilmiş olmakla birlikte ona ait olduğu kesin olan görselleridir.
Görgü tanıkları da çeşitli beyanlar vermişlerdir. Bunlara inanıp inanmamak size kalmış. Biri şöyle diyor: “Hara’yı birkaç yıl önce başında şapkası evinin önünü temizlerken gördüm, merhaba diyerek selamladım. O da beni selamladı ve işine döndü. Büyük bir yıldızdan ziyade sıradan bir ev hanımından farksız görünüyordu.”[17] Bir başkası: “Setsuko Hara elbette yaşlanmıştı. Yüzündeki izleri kolayca görebiliyorduk ama hareketleri hiç de yaşlı gibi değildi. Asla çirkin gözükmüyordu, memnuniyet ve şükranlık duyan duruşu 30-40 yıl öncesinin aynısıydı. Tabii ki o tanıdık gülümseme de öyle.”[18]
SETSUKO HARA’NIN KÜÇÜK YA DA ÇOK BÜYÜK DÜNYASI
Hara onu fotoğraflamaya çalışan meraklı basından kurtulmak için umutsuzca kendisinin öldüğü dedikodusu yaymaya bile çalışmış. Tabii işe yaramadı. Buna karşın mahremini korumasını iyi biliyordu. Kimselere pek magazinsel bilgiler bırakmamayı başardı. “Rahatsız edilmediği sakin zamanların” tadını doya doya çıkardığı bir yaşam sürdü. Yeğenlerinden biri şöyle anlatıyor: “Daha önce halam pek çok kez çeşitli dergiler tarafından fotoğraflanmaya çalışıldı ama o her seferinde onu takip eden muhabiri yakalayabiliyor ve onu kovuyordu. Bazen onlara öyle sinirleniyordu ki dışarı çıkmak istemiyordu. Zaten sonraları bacakları kolay yorulmaya başlayınca hepten eve kapandı. Son 10 yıl evden nerdeyse hiç ayrılmadı. Basit bir yaşamı vardı. Kitap veya gazete okur, televizyonda bir şeyler izler, onu ziyarete gittiğimizde bize yaptığı salatalardan ikram ederdi.”[19]
Yaşadığı ev, malikânelere göre nispeten küçük olmakla birlikte bahçe içinde yüksek duvarlarla çevrili, tek kişinin yaşaması için yeterince büyük bir evdi. Ama bu mekânın, eskisine göre inanılmaz dar bir dört duvardan ibaret olmadığını, aksine geniş bir evrene açıldığını görmek gerekir. Masae o evde tüm dünyaya doya doya bakmıştır. Para pul derdi olmadan yaşamış, istediği kadar okumuş, gönlünce televizyon izlemiş, canı istediği kadar bira içmiş, bahçesini dilediği kadar uğraşarak düzenlemiş, dünyada olup bitenleri sürekli takip etmiş ve öğrenme açlığını, bu bilgileri hiçbir şeyde kullanmak zorunda hissetmeden yalnızca kendi tembel ve huzurlu dünyasının vazgeçilmez zevkleri haline getirmiştir. Benim o kadar param olsa dünyayı gezerdim, şunu şunu yapar, yaşamı doyasıya deneyimlerdim diye düşünenlerden olmadı. Belki gerçekten o kadar tembeldi ki enerjisi uzun yolculuklara dayanabilecek gibi değildi. Belki de yalnızca insanlardan uzak durmak istiyordu ve bunu da ancak evinde başarabilirdi. Ya da onu “içmeden uyutmayan” dertleriyle başka türlü baş etme yöntemleri vardı. Öyle veya böyle çoğunlukla evde ve ailesinin yanında geçen, belki ara sıra bir kaplıcaya, bir tarihi alana, bir tapınağa gittiği yarım asır geçirdi.
Setsuko Hara en çok onun gibi sinemayı zirvedeyken bırakmış olan Greta Garbo’ya benzetilir. Oysa Garbo, Hara gibi kendini insanlardan saklamadı. Belli çevrelerle görüşmeye ve sosyal bir yaşam sürmeye devam etmişti. Setsuko Hara’yı belki az da olsa Marlon Brando’ya benzetmek daha doğru olur. Brando oyunculuğu bıraktıktan sonra Pasifik’teki kendisine ait adada yaşamaya başlamıştı. Kapitalist sistemin hüküm sürdüğü Amerikan sinema sektöründe var olmak istemiyor artık oyunculuk adına hiçbir heyecan duymuyordu. Muhasebecisi arayıp da ödemeleri gereken vergiler vs. olduğunu söylediğinde, ona gönderilen ama kapağını bile açmadığı bir senaryo seçip oynamayı kabul ediyordu o kadar. Hara’nın ondan farkı, parası bitince oyunculuk yapmak zorunda kalmamasıydı çünkü buna çoktan hazırlıklıydı. Bir adada değil mütevazı bir evde hiçbir lüks harcaması olmadan yaşıyordu. Yedi sülalesine yetecek parayı kazanmış durumdaydı. 1994’te Tokyo’daki evini 1,2 milyar yene (yaklaşık 10 milyon dolara) satmış, o yıl vergi rekortmenleri sıralamasında 75. sırada yer almıştı.
SON YILLARI ve ÖLÜMÜ
Son yıllarında alışverişiyle ve yapılması gerekenlerle yeğeni ilgileniyordu. 80 yaşından sonra ayda bir arabayla tapınağa gitmek ve belki yürüyüş için birkaç kez olmak dışında evden hiç çıkmıyordu.
Hara emekli olduktan sonra onunla yakın arkadaşlığını sürdüren tek tük oyuncudan biri Late Autumn filminde kızını, End of Summer filminde ise kardeşini oynayan Yoko Tsukasa idi. Yakın bir abla kardeş ilişkileri vardı. Bazı zamanlar 2 saati bulan telefon görüşmeleri yapıyorlardı. En son Hara hastaneye kaldırılmadan birkaç hafta önce konuşmuşlar: “Günün büyük kısmında kitap okuyordu, gazeteleri ve dünyada olup bitenleri sürekli takip ediyordu.” diye anlatmıştır. O yıl tüm dünyada zirveye çıkan terör eylemleri, canlı bomba katliamları onu derinden üzmüş, “Şu dünyada artık barış içinde yaşasak ne olurdu sanki” diye hepimiz gibi naif düşüncelerle yakınmış. Tsukasa, Hara oyunculuğu bırakmış olsa bile hiçbir zaman oyuncu olmayı bırakmadığını söylüyor: “Hep bir oyuncu olarak kaldı. Oynadığı filmlerden söz açıldığında bazı sahnelerden bahseder, pişmanlık içinde bir kahkaha atar, ‘O sahnede öyle yapmamalıydım, bütün bir sahneyi berbat ettim!’ derdi. Emekli olsa da oyuncu ruhunu sonuna kadar korumuştu. Bayan Hara son günlerine kadar sağlıklı bir insandı, önemli bir rahatsızlığı olmadan hastaneye gitmiyordu. Grip, nezle gibi hastalıklarını evde geçirirdi… Onun gibi bir yıldızla tanışıp arkadaşlık ettiğim için çok mutluyum.”
Setsuko Hara Ağustos ayında hastalandı ve 5 Eylül’de Kanagawa’daki bir hastanede zatürreden dolayı öldü. Bilinci son ana kadar açıktı ve etrafındaki yakınlarına “Ben ölünce gürültü patırtı olmasın.” demişti. Bu isteğine uyuldu. Cenazede yeğenlerinden biri dahil 4 kişi vardı. Yeğeni ayrıca yine onun isteğine uyarak yüzünün herhangi şekilde görüntülenmesine engel oldu. Hara Tokyo’daki aile tapınağına gömüldü. Bir buçuk ay sonra bir pazar öğleni 20 kadar akrabası toplanarak anma törenini gerçekleştirdiler. 25 Kasım 2015’te duyurulan ölüm haberi üzerine tüm dünyada Hara yeniden hatırlandı ve anıldı.
ÖLÜMSÜZ SETSUKO HARA
Masae Aida giderken bize yaşlılığını hiç görmediğimiz ölümsüz Setsuko Hara’yı bıraktı. Elimize Setsuko’nun resmini tutuşturmuş, Sevmek Zamanı’nda Halil’in Meral’in resmini sevdiği gibi kendi dünyamızda onun dostlukla, iyilikle bakan resmine âşık olmamızı sağlamıştı. Kendini esirgeyerek de belki onun hakkındaki bütün güzel düşüncelerimizin yıkılmasına, sevgimizle alay edilmesine engel olmuştu.
Ünlü komedyen ve sunucu Dick Cavett, Japonya’ya gittiğinde onun nerde yaşadığını öğrendikten sonra bir hacı edasıyla Kamakura’ya varmış. Hara’nın evinin önüne bir buket çiçek bıraktıktan sonra kapıyı çalıp hızla oradan uzaklaşmış.[20] Setsuko Hara’ya âşık olanlar arasında gözünü karartıp kapısına dayanarak “Seni seviyorum Setskooo!!” diye bağıranlar, üstünü başını parçalayanlar olmuş mudur bilinmez ama gerçekte bu aşklar hep uzaktan yaşanmıştır. Ona âşık olan oyuncular, yapımcılar, stüdyo sahipleri bile ona yaklaşamamıştır. Henüz sinemadaki ilk yıllarında Toho’da çalışan bir senarist ona delice âşık olanlardan biriymiş. Söylentiye göre Hara da ondan hoşlanmış. Ama ona babalık da etmiş olan eniştesi Kumagai o yıllarda kimsenin Hara’nın aklını çelmesine izin vermemiş ve çevresindeki erkekleri ondan uzaklaştırmış.[21] Ama Hara yetişkinliğe eriştikten sonra da bu kez kendi duruşu erkekleri uzak tutmaya yetiyordu.
Toho’da çalışan bir tanıtım ve halkla ilişkiler müdürü şunları aktarmış: “Alışık olmadık biçimde sessiz bir oyuncuydu. Gelişigüzel, ayaküstü günlük konulardan bile konuşmazdı. Tanıtım Bölümüne veya medyaya karşı hep mesafeliydi. Setlerden sonra kimseyle birlikte çıkmaz doğrudan eve giderdi. Ona yaklaşmak isteyen erkek oyuncular olursa hemen kendini geri çeker ve bir daha ona bu amaçla yaklaşmalarını engelleyecek bir hava yaratırdı.”[22]
Her şeye rağmen Setsuko Hara‘nın, hayranlarına da âşıklarına yaptığı gibi acımasız davrandığını kabul etmek gerekir. Ona olan aşklarıyla sefalete sürüklenmiş ruhları, bir nebze olsun avuntudan mahrum bırakarak o son gülümseyişindeki hassasiyet dolu ve yaramazlıkla parıldayan bakışlarına hapsedip sonsuza kadar kıvrandırmakla lanetlemiş gibidir.
"Setsuko Hara’ya Aşk Mektupları" adı altında 3 bölüm halinde otekisinema.com'da yayınlanmıştır. Yazarı Murat Kirşiçi'nin emeğine sağlık.