1960’lı yılların "Neşeli Günlerinde" İstanbul sanat ortamı eğlenmekteydi. "Kızlı erkekli" bugün söylendiği şekliyle. Zaten o zamanlarda kızlı erkekli diye bir kavramın bu çevre içinde var olduğunu sanmıyorum; çünkü kızkardeşi olan annemin de içlerinde olduğu "Melih’in grubu" her zaman kızlar ve erkeklerin birlikteliğinde gezmektelerdi ve ben bunları hem görmekteydim hem de bugün o zamanlardan kalan fotoğraflara baktığımda bunu görmeye devam ediyorum. Fotoğraflar genelde küçük boy ve siyah beyazdılar. Ve o kadar kalabalık gruptular ki, insanların yüzlerini bu fotoğraflardan görmek zor bile oluyordu diyebilirim.
Moda, Caddebostan ve Tarabya eksenlerinde olan bu yerler sanırım yazın plajlarının olduğu yerlerdi aynı zamanda. Ama nedense bu gruptakiler o sıralarda Dalyan’dan sandalla denize girmek yerine plajları tercih etmekteydiler ve de Fenerbahçe plajını da tercih etmiyorlardı diye hatırlıyorum. Oraya, Fenerbahçe plajına daha çok beni verdikleri yuvadayken öğretmenlerin bizi Kalamış’tan Fenerbahçe’ye götürdüklerini hatırlıyorum. Kalamış tabii akşamları da Todori’nin yeriydi. Moda’da ise Koço bu işlemin gerçekleştiği yerlerdi. Akşam yemeği meyhaneleri. Ancak sanırım, tiyatro grubu daha çok, o zamanlardaki Fransız veya İtalyan dünyası gençliğinin yaşadığı hayatı yaşamayı sevmekteydi. Meyhaneler ise daha yerel ve entelektüel dünyanın yerleriydi diye söyleyebilir miyiz? Bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Veya herhalde, bana öyle gelmekte bugün.
İşte dayımın evinde tiyatro dergilerini karıştırdığım sıralarda ilkokula gittiğim 1960’lı yıllarda, dergilerdeki fotoğraflara bakardım. O fotoğrafların birçoğunda aynı tip stüdyolardan çıkma fotoğraflar vardı sanırım. Pozlar hep birbirlerine benzemekteydi. İstanbullu fotoğraf stüdyoları da benzer fotoğrafları aynı şekilde çekmekteydiler; çünkü o sıralarda gördüğüm eski tiyatro dergilerinde Alain Delon, Gerard Philippe, Michel Piccoli gibi aktörlerin fotoğraflarında (herhalde bunlar 1950’li yıllara aitti diye düşünüyorum) başın her seferinde gıdıyı göstermemek üzere, hafif yana doğru çevrilmiş, gülen gözler bir şekilde, tam olarak kameraya bakmayan ve bakışı yukarı doğru çeviren bir poz verme tarzı vardı. İmajın kendisini değil de, imajın görüntüsünün hayali imgesini vermek istercesine bir poz verme tarzıydı bu, bir anlamda. Michel Piccoli’nin fotoğraflarına tiyatro dergilerinde (muhtemelen Fransızcaydı) ilk olarak rastladığımı hatırladım daha sonra filmlerini görmeye başlayınca. Tiyatro ile başlamıştı Piccoli aktörlük hayatına. Tiyatro o zamanlar sinemaya nazaran 19.yüzyıl kültürünü hala koruyan bir haldeydi ve İstanbul’da bile 1960’lar öncesinde tiyatronun sanki sinemaya nazaran daha popüler olduğunu söyleyebiliriz belki de? 1950’lerde başlamasına rağmen Yeşilçam sineması olarak 1960’ların filmleri ve oyuncularıyla toplumsal alana tiyatroya nazaran daha çok hakim olmaya başladı (kısa sürdü (yirmi yıl) belki de çünkü 1970’lerin ikinci yarısına gelmeden çöküş başlamıştı).
Bu satırları bir bilgi olarak değil, kendime ait intibalar olarak yazmaktayım; yoksa bir tiyatro veya sinema incelemesi yapmıyorum. O bakından hatalarım varsa onlar belleğime aittir. Onca sene sonra aklımdaki imgeler üzerine düşünmekteyim. Ama belleğim, "yerler ve imgeler" üzerine bir sanat oluşturduğunu düşünürsek, yerlere göre aklımda kalan imgeleri hatırlamaya çalışmakta. Piccoli’nin ölümü beni çok eskilere doğru taşıdı. Bugün olmayanların dünyasına doğru götürdü.
Michel Piccoli tiyatroda Renaud-Barrault tiyatrosunun içinden geçti Fransa’da. Marigny Tiyatrosu'ndan Sarah Bernard’a ve Palais-Royle’a kadar giden bir süreçte yaşadı bu dönemi. Bir gün Palais-Royal yakınlarında rastlamıştım 1970’li yılların ikinci yarısında Michel Piccoli’ye yolda. Boyunu o zamandan hatırlıyorum: Uzun boyluydu. Piccoli daha sonra daha Öncü bir tiyatro olan Beckett ve İonesco absürt tiyatro zamanlarına katıldı, o zamanki Babylone Tiyatrosu'yla. Döneminin bütün önemli ve parlak Fransız, İtalyan ve İspanyol, İngiliz, Yunanlı, Mısırlı film yapımcılarıyla çalışma şansını yakalayan Michel Piccoli sol eğilimliydi. Öncü bir tiyatronun zaten sağ eğilimli olduğu düşünülemez, sanırım. Komünistlerin "Barış Hareketi" içinde yer aldı. Hatta son döneminde istifa eden, iktidar olmayı istemeyen Papa’yı canlandırdı (Nanni Moretti’nin "Habemus Papam" filminde). Ve son dönemlerde Fransa’da yükselmekte olan aşırı sağ hareketine karşı eleştirel tavrını hep gösterdi. Entelektüellerin imza kampanyalarına katıldı. Sosyalist Parti’yi uzun süre destekledi. Sanatın siyasetle angaje olduğu bir çehreyi çizdi. Tiyatrolarda oynamayı da hiç geride bırakmadı. Bunu hep sürdürdü.
Sanırım sinemada benim ilk gördüğüm filmi ise Les choses de la vie (Hayatın Şeyleri - Türkçeye Hayat Bağları olarak çevrilmiş) oldu. Güzellikleri ve oyunculuklarıyla Romy Schneider ve Lea Massari ile birlikte, ve de unutulmaz müziğiyle Philippe Sarde’ın filmi çarpıcıydı. Film o tarihte bizi de çarpmıştı. Başa gelen bir kaza ile geriye giden bir düşünce hayatı en basit mutluluklarında hatırlamaya çalışıyordu. Edebiyatın, zaten bir anlamda, konusu bu değil mi? Hatırlama üzerine kurulu bir geçmişin yitik zamanının peşinden giden insan düşünceleri. Sürelerin üzerine düşünmek ve onları anmak.
İçinden geçmekte olduğumuz bu zor günlerde bu film, belki de Piccoli’nin oynadığı onca piyes ve onca film arasından bugüne en yakını diye düşünüyorum. Belki, çünkü hayatın en basit şeylerini yaşamakta zorlanan bizlerin hayattan almamız gereken bu kadar basitlikler varken, neden başka hırsların peşinden koşmaktayızdır? sorusunu sorduran bir film ile Michel Piccoli ile karşılaşmam bugüne doğru getirmekte beni ve düşüncelerimi. En basit şeyler ve mutlulukları yaşamak varken, neden hırslar, kıskançlıklar, iştah ve tüketim arzusu? Bunlar genelde zaten felsefe okullarının "tinsel alıştırmalarında" bizlere öğretilmeye çalışılan şeyleri değil midir?
Piccoli ismi küçük, ama dehası ve yeteneği çok büyük biri olarak yaşadı. Filmlerinde onu izlemeye, nesiller boyu, devam edeceğimizi düşünüyorum. Bazı mesleklerdeki ebedilik bu şekilde oluşmakta değil mi?
Ali Akay
t24'den alınmıştır.