25 Mart 2024
89 Okunma
Gerçeğin soğuk tokadını, burjuvazinin iki yüzünü ve kibrin karanlık geçmişini çektiği akıl almaz filmler üzerinden akıl ve ruh sağlığımıza enjekte eden, sinemanın eşsiz mucizelerinden Michael Haneke’nin ilk filminden, bu ay Filmekimi’nde izleyeceğimiz son filmi Happy End’e uzanan gergin bir yolculuğa hazır mısınız?
75 yıl önce Almanya’da yaşayan aktör bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Haneke, oyunculuk merakı üzerinden başladığı sinema ve televizyon yolculuğuna, TV filmleri ve bazı dizilerle devam etme kararı aldı. Üniversitede sinema, felsefe ve psikoloji eğitimi aldıktan ve hayatı boyunca insan ruhunun derinliklerindeki karanlıkları didikledikten sonra, 46 yaşında çektiği ilk sinema filminden itibaren bu konuları sinemasının odağına koyması da kimseyi şaşırtmayacaktı. Sinema ve televizyon dışında sahne sanatlarıyla da ilgilenen ve çok sayıda oyun ve opera yöneten Haneke’nin 70’li yılların ortalarından itibaren çektiği altı televizyon filmi ve bir diziyi takiben, ilk beyaz perde macerası olmasının yanında, daha sonra Duygusal Buzlaşma Üçlemesi olarak anılacak filmlerinin de ilkini oluşturan Der siebente Kontinent / The Seventh Continent ile izleyici karşısına çıktı.
İllüstrasyon: Barış Şehri
Duygusal Buzlaşma Üçlemesi:
DER SIEBENTE KONTINENT / THE SEVENTH CONTINENT (1989)
BENNY’S VIDEO (1992)
71 FRAGMENTE EINER CHRONOLOGIE DES ZUFALLS / 71 FRAGMENTS OF A CHRONOLOGY OF CHANCE (1994)
Michael Haneke’nin televizyon için çektiği projelerin ardından ilk kez bir sinema filmiyle seyirci karşısına çıkması 1989 yılını buldu ve Haneke kamera arkasında yaklaşık yirmi yıl boyunca tecrübe kazandıktan sonra, prömiyerini Cannes Film Festivali’nin Yarışma Dışı bölümünde gerçekleştiren Der siebente Kontinent / The Seventh Continent ile sinemaya transfer oldu. Televizyon kökenli bir yönetmenden beklenmeyecek kadar sakin ve olgun bu ilk film, izleyici ve eleştirmenler tarafından beğeniyle karşılandı ve Haneke’nin yıllar içinde hepten belirginleşecek tarzının ilk örneği böylece ortaya çıkmış oldu. Avusturyalı üst orta sınıf aile yapısına eleştiri oklarını gönlünce salladığı ilk filmini takip eden Benny’s Video da çürümüş aile, yozlaşmış toplum ve bunların gelecek nesiller üzerindeki potansiyeline dair bir resim çiziyordu. Haneke’nin dünya çapında bilenen bir yönetmene dönüşmesinde pay sahibi olan bu filmin ardından gelen 71 Fragmente einer chronologie des zufalls / 71 Fragments of a Chronology of Chance ise hem Haneke’nin Duygusal Buzlaşma Üçlemesi’ne noktayı koyan esere dönüşmüş, hem de yönetmenin karanlık tarzının tümüyle kanıksanmasını sağlamıştı.
İllüstrasyon: Gizem Gündüz
DAS SCHLOB / THE CASTLE (1997)
Michael Haneke’nin yaklaşık 10 yıl sonra yeniden bir televizyon filmi ile izleyici karşısına çıktığı Das Schloß / The Castle, Kafka’nın aynı adlı klasiğinden yönetmen tarafından uyarlanan etkileyici bir film. Aslen Avusturya televizyonu için çekilmiş olsa da dünya çapında çok sayıda festival dolaşan ve kalabalık salonlarda izleyiciyle buluşan film, kadastro memuru kahramanının küçük bir kasabada, bürokrasinin açmazlarla dolu dolambaçlı yollarında ezilişini ve ezişini etkileyici bir senaryo ve çarpıcı mizansenlerle anlatıyor. Haneke’nin çok sayıda filminde beraber çalıştığı Ulrich Mühe’yi başrole taşıyan ve finale doğru hepten tırmanışa geçen bu son televizyon filmi, usta yönetmenin bugün bakıldığında hâlâ etkisinden hiçbir şey kaybetmemiş, unutulmaz işlerinden biri.
İllüstrasyon: Bilge Emir
FUNNY GAMES (1997)
Haneke’nin herkesin bildiği bir sinemacıya dönüşmesindeki belki en büyük ivme, Cannes Film Festivali’nin o yıl en çok salon terk ettiren filmine dönüşen Funny Games ile mümkün oldu. Toplumun üst katmanlarından bir sosyal sınıfa mensup iki genç suçlunun, anne, baba ve çocuktan kurulu bir çekirdek aileye musallat oluşunun hikâyesini anlatan bu sarsıcı ve zorlayıcı sinema deneyimi, üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen ilk izleyişteki etkisinden hiçbir şey kaybetmeyen, hırpalayıcı bir film. Haneke’nin uzun statik planları, yalnızca gerçek ortam seslerine dayanan, müzikle desteklenmeyen ses bandı ve boğucu atmosferiyle insanın sinir sistemini altüst eden bu etkileyici film, yaklaşık on yıl sonra yine Haneke tarafından kare kare tekrardan, bu kez İngilizce çekildi ve Naomi Watts, Tim Roth, Michael Pitt ve Bradey Corbet gibi isimler filmin başrolüne yerleşti.
İllüstrasyon: Merve Vural
CODE INCONNU: RECIT INCOMPLET DE DIVERS VOYAGES / CODE UNKNOWN (2000)
Artık rüştünü ispat etmiş bir yönetmen haline gelen Haneke’nin başrole daha sonra da birlikte çalışacağı Juliette Binoche’u yerleştirdiği ve parçalı bir kurgu yapısıyla seyircisini etkilemeyi başaran Code inconnu: Récit incomplet de divers voyages / Code Unknown, birbirinden bağımsız karakter ve olayları sıra dışı bir üslupla çarpıştıran ve zamansal kesişmelerle gerçeğin kendisine birkaç farklı açıdan yaklaşan heyecan verici bir film. Her ne kadar Haneke’nin önceki filmleri kadar geniş çapta yankı uyandırmasa da hayranları tarafından sevilmekten mahrum bırakılmayan bu güçlü film, yönetmenin sinemasının her türlü alameti farikasından sonuna kadar da nasipleniyordu. Bir kez daha Cannes Film Festivali’nde yarışan ve Ekümenik Jüri Ödülü’nün sahibi olan film, karmaşık yapısıyla ilk etapta içine girilmesi zor bir film gibi görünse de sarmal yapısına alışıldığı takdirde sarsmayı başarıyor.
İllüstrasyon: Sadi Güran
LE PIANISTE / THE PIANO TEACHER (2001)
Haneke adını bilinen bir isimden bir markaya dönüştüren esas filmin, yönetmenin Code Unknown’un hemen ardından çektiği bu nefis başyapıt olduğunu söylemek zor değil. İzleyicisini şok etmek konusunda hiçbir zaman sıkıntı çekmemiş bir yönetmen olmasının yanında, bahsin dozunu bir tık daha artırdığı bu filmle Haneke, karanlık cinsel dürtü ve eğilimlerin ruh haritasını da başarıyla çıkarıyordu. Annesiyle yaşayan ve bastırılmış cinselliğinin esiri olan bir piyano öğretmeninin girdabına düştüğü güçlü tutkuları takip eden film, başroldeki Isabelle Huppert ile Benoit Magimel’in kusursuz performanslarıyla hepten unutulmaz bir hale geliyordu. Cannes’da her iki oyuncusuna ödül ve Haneke’ye de Jüri Büyük Ödülü kazandırarak, festivalin her filme tek bir ödül kuralını yıkan bu vurucu filmin uluslararası alanda 100’e yakın ödül ve adaylığı bulunuyor.
İllüstrasyon: Kürşat Çetiner
LE TEMPS DU LOUP / TIME OF THE WOLVES (2003)
Haneke’nin tüm dünyayı saran bir kıyamet atmosferi kurduğu ve üst sınıfa mensup kahramanlarını felaketin orta yerine atıp, fiziksel ve ruhsal travmalara sürüklediği filmi Le temps du loup / Time of the Wolves, her zamanki gibi güçlü bir Haneke histerisi. Yönetmenin her filminde olduğu gibi yine kadın başrolüne verdiği isim olan Anne Laurent’i, Le Pianiste sonrası yeniden çalıştığı Isabelle Huppert’in canlandırdığı film, ailesi ve tüm yaşamı avuçlarının arasından kayıp giden bir kadının yaşamını, toplum kimliğiyle kurduğu ilişki üzerinden tanımlayıp kurcalıyordu. Yönetmenin gediklisi olduğu festivallerden Sitges’de En İyi Senaryo ödülü kazanan film, dünyanın sonuyla karşılaşan insanlığın çaresizliğini en ilkel güdüleri üzerinden masaya yatıran ve seyircisini düşüncelere daldıran bir Haneke panayırı.
İllüstrasyon: Enes Diriğ
CACHE (2005)
Pek çoklarına göre Haneke’nin o güne kadar çektiği en iyi film sayılan bu sille tokat yüzleşme filmi, Fransa’nın kaymak tabakalarından televizyoncu bir aileyi merkeze alıyor. Oturdukları eve düzenli olarak, evlerinin dışarıdan çekilmiş video kasetleri postalanan ve bu nedenle huzuru kaçan bir ailenin, kasetlerin ardındaki gerçeği eşelediği film, Fransız ve Cezayirli kimlikleri üzerinden sert ve dolaylı bir kibir hikâyesi anlatıyor. Yönetmenin hayatı ve kariyeri boyunca ilgilendiği varoluş problematiklerini tek bir potada eriten ve izleyicisine cevabı ikilemli sorular sorduran bu kusursuz filmde Daniel Auteuil, Juliette Binoche ve Le pianiste’ten sonra yeniden çalıştığı Anne Giardot enfes performanslar verirken, antolojik final sahnesi de sinema tarihinin unutulmazları arasında yerini alıyordu. Cannes’dan gelen FIPRESCI ve En İyi Yönetmen ödüllerinin yanı sıra film, Avrupa Film Ödülleri’nden de En İyi Film dahil dört ödül birden kazanmıştı.
İllüstrasyon: İsmail Berkel
DAS WEIBE BAND – EINE DEUTSCHE KINDERGESCHICHTE / THE WHITE RIBBON (2009)
Tüm zamanların en iyi filmleri arasındaki yerini şimdiden almış olan bu siyah-beyaz epik film, Haneke’nin sinemasının temelindeki mucizeye hayran bırakan bir çeşit yedinci sanat sihri. Almanya’nın güneyinde bir kasabada, 1.Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yaşanan sıra dışı olayların izini süren ve ilerledikçe sarsıcı bir trajediye dönüşen iki buçuk saatlik sinema harikası Das weiße Band – Eine deutsche Kindergeschichte / The White Ribbon, yalnızca Haneke’nin kariyerinin çıktığı zirvelerden biri değil, aynı zamanda sinemayı bir araya getiren tüm materyallerin de muazzam ahengini gözler önüne seriyor. Isabelle Huppert başkanlığındaki Cannes jürisinden Altın Palmiye’yi kapan film, Oscar’larda da Yabancı Dilde En İyi Film ve Görüntü yönetimi adaylıkları kazanıp, Yabancı Film kategorisinde Altın Küre’yi de kucaklamıştı.
İllüstrasyon: Deniz Pasha
AMOUR (2012)
Haneke’nin gerektiğinde yürek parçalayan bir ilişki dramı da çekebileceğini kanıtlayan bu kalp sökücü melodram, yönetmenin sert ve mesafeli üslubundan da nasibini almış bir başyapıt. Haneke’yi, üst üste iki filmiyle birden Altın Palmiye kazanan ilk yönetmen haline getiren ve yıl boyunca katıldığı hemen her festival ve ödül töreninden önemli başarılarla ayrılan film, ömürlerinin sonlarına yaklaşmış bir karı kocanın son günlerini, buz gibi bir gerçeklik ve çarpıcı bir sinematografiyle resmediyor. Fransız sinemasının usta oyuncularından Jean-Louis Trintignant ve bu filmle Oscar adayı olan en yaşlı oyuncu unvanı kazanan Emmanuelle Riva’ya, Isabelle Huppert’in eşlik ettiği film Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı kazanmasının yanı sıra En İyi Film ve Yönetmen dahil beş dalda da ödüle aday olarak büyük bir başarıya imza atmıştı.
İllüstrasyon: Duygu Topçu
HAPPY END (2017)
Usta yönetmenin Amour’un ardından uzun süre üzerinde çalıştığı flash-mob projesini rafa kaldırdıktan sonra çektiği ve geçtiğimiz mayıs ayında Cannes Film Festivali’nde prömiyerini gerçekleştiren, bizdeyse bu ay Filmekimi’nde yerli sinemaseverlerle buluşacak, epey ironik isimli son filmi Happy End’de Haneke, bir kez daha Fransız burjuva ailesini masaya yatırıp ameliyat ediyor. Bir akıllı telefon ekranından, Instagram canlı yayınına benzer uzun bir planla açılan ve film süresince de sıkça bu telefon ekranına dönüşler yapan film, adeta Haneke’nin kariyerindeki hemen her filmine referansta bulunduğu ve neredeyse hepsinden de bir parça barından ilginç bir eser. Tüm dünyayı etkileyen mülteci meselesine dair pek de dolaylı olamayan cümleler kurmaktan çekinmeyen Haneke’nin kamerasını kalabalık aile üyeleri arasında gezdirdiği ve hepsinin hikâyesine de ucundan kenarından burnunu soktuğu filmi, Fransız sinemasının da en ünlü isimlerinden bazılarını başrollerde karşımıza getiriyor.
Melikşah Altuntaş
www.bantmag.com’dan alınmıştır.