8 Aralık 2023
161 Okunma
Robert Bresson başlangıçtan beri aynı soruyu sormaya devam eden bir yönetmendir. Sinemasının özünde; bireylerin iç dünyası ve anlamlandıramadıkları çevre ile mücadelesi merkezdedir. Karakterlerin yalnızlıkları, içe dönüklüğü ve yaşadıkları çağ ile mücadeleleri; esaret, erdem, kaygı, intihar, suç ve masumiyet gibi temalardan beslenerek anlatılır. Olayları manipüle etmez ve yeryüzünün tüm kötülüğünü ortaya koymaktan çekinmez. Karakterlerin sonları da bu kötücül dünyaya dayanma durumlarına bağlıdır.
Bresson’un stilini minimalist olarak tanımlayabiliriz. Filmlerinde eklemek yerine çıkartmayı, sadeleşmeyi hedefler. Kadraj dışını anlatının parçası haline getirmekten çekinmez. Görünen kadar görünmeyeni de önemser. Filmlerindeki akış ve karakterlerin verdikleri tepkilerin lineer bir örgüde bulunmamasının sebebi de budur. Sinemasının özünde, duyumsama ve izleyicinin sezgilerini önemseme yatmaktadır. Ulus Baker, Bresson’u bizi neredeyse her imajında Tanrı ile, yani asla görünmeyecek, işitilemeyecek olanla karşılaştırmak isteyen bir sinemacı filozof olarak tanımlar. Bu, transandantal yani aşkınsal imajdır. Bresson için önemli olan hakikat ve anlam arayışıdır. (Ulus Baker: Bresson ve Transandantal İmaj) Susan Santog, ise yönetmene atfedilen “esoterik” tanımına karşı çıkarak, bunun derin düşünceye yönelik sanat geleneğinin iyi anlaşılmamasından kaynaklandığını söyler. “Derin düşünmeye yönelik sanatta, yapıtın biçimi empatik bir şekilde verilmektedir. Derin düşünce sanatı, etki olarak seyirci üzerinde (kolay memnuniyeti erteleyerek) belirgin bir disiplini zorlayan, bastıran bir sanattır.” (Robert Bresson Filmlerinde Tinsel Stil)
Robert Bresson birçok röportajında filmlerini biçim yoluyla gördüğünü ifade eder. Biçim, ritimleri getirir diye de ekler. Ben, biçimden vurgulamak istediğinin görsellikten daha ziyade bir anlatım hali olduğunu düşünüyorum. Zaten kendisini sinema ile değil sinematografi ile tanımlamasının sebebi de budur. Bir biçimde iki tür film olduğunu söyler: Tiyatronun araçlarını kullanan (profesyonel oyuncular, sahneye koyma araçları vs.) ve yeniden üretmek için kameraya başvuranlar ile sinematografın araçlarını kullanan ve yaratmak üzere kameraya başvuranlar. (Bresson: Sinematograf Üzerine Notlar) Profesyonel oyuncular ile çalışmaması ve oyuncuları model olarak adlandırması ile tiyatronun hayat olmadığını, doğallıktan uzak olduğunu söylemesinin altında yatan nedenler sinematograf olarak adlandırdığı yöntemden kaynaklanmaktadır.
Bresson’un kendisine ait estetiksel dünyasını kusursuza yakın bir şekilde tanımladığı, dert edindiği temaları ise zengin bir şekilde ele aldığı filmi Yankesici, Bresson sinemasının da en başat filmidir. Bresson’un hemen hemen tüm karakterleri ruhen sıkışmışlardır ve sebebi yaşadıkları çağ ile uyumsuzluklarıdır. Modern toplumun kötülüğünün simgelerinden olan para da Bresson’un nihilist karakterlerini tanımlamakta önemli bir araçtır. Filmin başkarakteri Michel üstünlük kuramıyla Raskolnikov’a yakındır. Zaten Bresson’un üzerinde Dostoyevski’nin etkisi barizdir.
Eğer Bresson’un sinemasında sezgisellik önemli ise, Rastgele Balthazar filmindeki eşek bu sezgilerin en yoğun hissedildiği karakterdir. Oradan oraya savrulan, alınıp satılan, ezilen ve sonunda bir şekilde öldürülen eşeğin izleyicide yarattığı duyumsama öyle üst düzeydedir ki etkilenmemek mümkün değildir. Jean-Luc Godard’ın Rastgele Balthazar için “90 dakikada insanlık tarihi” yorumunu yapması boşa değildir. Michael Haneke ise filmin ismindeki “rastgele” ibaresine dikkat çekerek Balthazar’ın herhangi biri olabileceği yorumunu yapar.
Georges Bernanos’un romanından uyarlanan Bir Taşra Papazının Güncesi; bir yanda taşradaki gündelik hayat diğer tarafta ise cemaati ile yaşanan zorluklarla uğraşırken inancını ve kendi düşüncelerini sorgulayan genç bir rahibi merkeze alır. Ne inanlara ne de ateistlere huzur veren Bresson, birçok filminde olduğu gibi diyalog yerine birinci kişinin ağzından anlatım tercih etmiştir. Film, Bresson sineması için bir kırılma noktasıdır.
14 yaşlarında genç bir kızın, yaşadığı travmatik acılar sonucunda intihara sürüklenişinin hikayesini anlatan Mouchette, keşif bir yoksulluk ve çaresizlik tanımı yapar. Sefalet, öfke, masumiyet gibi temaları, toplumun bireyci umursamazlıklarıyla birlikte serinkanlı bir netlikte anlatan Bresson, gözle görünür bir yozlaşmanın, acının tanımını yapar. Bresson’un empati yeteneği ve duyarlılığından güç alan Mouchette, kan donduran bir gerçeklik içermesine rağmen acının pornografisini yapmaz.
Kendisini tüm dünyaya tanıtan filmi Bir İdam Mahkumu Kaçtı’nın açılışında Bresson, “bu gerçek bir hikayedir,” diye yazar. Kendisi de II. Dünya Savaşı’nda esir düşen Bresson için hapishanenin simgelediği tecrit birçok filminde olduğu gibi Bir İdam Mahkumu Kaçtı’da da önemli bir yer tutar. Tüm filmlerinde fiziki ya da ruhani bir esaret söz konusudur. Ancak bu filmindeki Fontaine karakterinde, istisnai olarak kabullenmek yerine özgür olmanın istenci baskındır. Yönetmenin dramatik yapıyı beklenti yerine değil karakterlerin başına gelecekleri önceden belirleyip ilan etmesi üzerine kurgulaması, Bresson’u Jansenist (*) olarak nitelendirmemize sebep olur.
(*) Jansencilik bir Katolik teolojik harekettir. Günahın kaynağı, yani günahların insanın dünyaya gelmesiyle oluştuğunu savunan görüşü benimsemiştir.
Gökhan Gök
www.cinerituel.com’dan alınmıştır.