Jacques Rivette’nin Notlarıyla Film Güncesi

Jacques Rivette’nin Notlarıyla Film Güncesi

7 Temmuz 2024

120 Okunma

Aşağıda okuyacağınız metin, yakın zamanda kaybettiğimiz büyük yönetmen Jacques Rivette'nin ölümünden birkaç gün önce geçti. Metinde yönetmenin izlediği filmlere ve takip ettiği yönetmenlere dair görüşleri yer alıyor. Bir nevi film güncesi olarak adlandıracağımız bu metni, sinefesto.com ekibinden Serkan Baştimar ve Dilara Ekşi'nin çalışmaları sonucu sizlere ulaştırabildik.

Birçok yönetmen bunu yapmaya çalışıyordur. En azından ben yapmaya çalışıyorum. Bütün harika ve daha az harika olan filmlere ilgili kalmaya çalışıyorum. İyi kötü yapıyorum da. Hiçbir şeyden uzak kalmıyorum, çok fazla film izliyorum. Jean-Luc da çok fazla film izler, ama çoğu zaman filmin sonuna kadar beklemez. Benim toparlanıp filmin başından ayrılmam için filmin gerçekten çok kötü olması lazım. Benim bu kadar çok film izliyor olmam kimi insanları hayrete düşürüyor. Çoğu yönetmen çoğu zaman hiçbir şey izlememiş gibi davranıyor ki bu bana her zaman garip gelmiştir. Herkes roman yazarlarının roman okuduğu gerçeğini kabul eder. Ressamların sergilere gittiğini ve kendilerinden önce gelen büyük sanatçıların işlerini gördüğünü, müzisyenlerin yeni müziğe ek olarak eski müzikleri dinledikleri kabul edilir. Peki, insanlar yönetmenlerin, ya da yönetmen olmak isteyenlerin, film izlemeleri gerektiği gerçeğini neden bu kadar yadırgıyor? Bazı genç yönetmenlerin filmlerini izlediğiniz zaman, film tarihinin 1980’lerde başladığı izlenimine kapılıyorsunuz. Birkaç film daha izleselermiş filmleri çok daha başarılı olabilirmiş ki bu cümle, idiyotik “çok film izlersen, etkisinde kalırsın” teorisinin tam tersi. Aslında, eğer az izlersen etkisinde kalırsın. Çok film izlersen, hangi filmden etkilenmek istediğini seçebilirsin. Bazen bu tercih bilinçli olmaz, ama bu hayatta bizden daha güçlü olan bazı şeyler var ve bunlar bizi derinden etkiler. Eğer ben farkında olmadan, Hitchcock, Rosellini ya da Renoir’dan etkilendiysem, çok iyi. Eğer Hitchcock göndermeleri yaparsam, bunlar için şimdiden mutluyum. Cocteau; “taklit et ve gerçekten kişisel olan, sana rağmen ortaya çıkacaktır.” demiş. Denemekte fayda var.

Europa 51 ( Roberto Rossellini, 1952)
Ne zaman bir film yapsam, Paris nous appartient’ten (1961) Jean la pucelle’ye (1994), hepimizin Europa 51’de tecrübe ettiği o şoka geri dönüyorum. Ve bence Sandrine Bonnaire, Ingrid Bergman geleneğinden gelen bir oyuncu. Çok derin bir Hitchcock bölgesine de, çok derin bir Rossellini bölgesine de girebiliyor, Pialat ve Varda’da yaptığı gibi.

Le Samourai ( Jean-Pierre Melville, 1967)
Hiçbir zaman bir kötü çocuğun abartılmış, hikâyesine yakınlık duymadım. Ki benim kişisel olarak çok sahte bulduğum bir olaydır. Ama bir tesadüf eseri, televizyonda L’Armée des Ombres’in bir kısmını izledim. Ve bayıldım. Şimdi bütün Melville filmlerini baştan izlemem gerekiyor: kesinlikle değeri bilinmemiş biri. Onunla ortak noktamız, Amerikan sinemasının belli bir periyodunu seviyor olmamız. Ama aynı şekilde değil. 50’lerin sonunda onunla biraz vakit geçirdim, bir gece Paris’in etrafında onun arabasıyla gezmiştik. Ve iki saatlik bir monolog ortaya koymuştu, büyüleyiciydi. Gerçekten öğrencileri olsun istiyordu ve bizim “Godfather”ımız oldu: hiçbir bedeli olmayan bir yanlış anlaşılma.

The Secret Beyond the Door ( Fritz Lang, 1948)
Secret Defense’in posteri (1997) bize Lang’i anımsatır. Çekimlerde ara sıra, filmimizin Lang’i anımsatma ihtimalinin olduğunu söyledim kendime. Ama asla onu düşünerek ya da onu taklit ederek bir sahne çekmedim. Edit kısmında (ki bu kısım filmi gerçekten görmeye başladığım kısımdı) yazım aşamasında bizi yönlendirenin Hitchcock olduğunu (ki bunu zaten biliyordum) çekim aşamasında bizi yönlendirenin Lang olduğunu gördüm; özellikle izleyiciyi bir yöne çektikten sonra tamamen başka bir yöne gaddar ve ani bir şekilde iten son filmleriyle. Öte tarafta filmin Langian tarafı (öyle bir taraf varsa) Sandrine’in kendine çekme kuvvetinin getirisiydi.

The Night of The Hunter ( Charles Laughton, 1955)
Sinema tarihinde en baştan çıkarıcı tek çekim film. Ne diyebilirsin ki? Çekilmiş en harika amatör film.

Dragonwyck ( Joseph L. Mankiewicz, 1946)
Önünde sonunda karşıma bu ismin çıkacağını biliyordum. Saygı duyduğum birçok insanı şoka uğratmayı hatta belki de baya sinirlendirmeyi göze alarak kendi içimden gelenleri söyleyeceğim. Onun All About Eve (1950) ve The Barefoot Contessa (1954) gibi büyük filmleri, yapıldığı dönemdeki geçici Amerikan sineması parametrelerine göre çok çarpıcı filmlerdi, ama onları bir daha görmek gibi bir isteğim asla yok. All About Eve’i, 25 yıl sonra Cinématiqué’de Juliet Berto ile izlediğimde şaşırıp kalmıştım. Juliet’in bu filmi Celine and Julie Go Boating (1974)’ ten önce yapacağımız bir proje için izlemesini istemiştim. Marilyn Monroe dışında, filmle alakalı her şeyden nefret etti. Ve kabul etmek lazım ki haklıydı, verilmek istenen her şeyin altı kırmızıyla çizilmişti ve bana yönetmensiz bir film gibi gelmişti! Mankiewicz harika bir yapımcı, iyi bir senarist ve mükemmel bir diyalog yazarıydı, ama bana göre, hiçbir zaman bir yönetmen değildi. Filmleri herhangi bir şekilde bir araya getirilmiş, oyuncuları hep karikatürizeye itilmiş ve başarıları çeşitliliğe karşı dirençliydi. Mizansenin güzel bir tanımı, Joseph L. Mankiewicz’in filmlerinde eksik olan şey. Oysaki Preminger saf bir yönetmen. Onun işlerinde, yönetmenlik dışında her şey yok olur. Dragonwyck’in Jacques Tourneur tarafından yönetilmemiş olması gerçekten çok acı.

The Big Sleep ( Howard Hawks, 1946)
Chandler’ın en harika, en güçlü romanı. Filmin ilk versiyonunu –burada gösterilmek üzere olan- , 46 yılında boşa vakit harcanarak çekilmiş versiyonundan daha koherent (eş fazlı ve birbirini tunan) ve “Hawksça” buluyorum. Secret Defense filmine bir polisiye demek isterseniz, bu beni rahatsız etmez. Ama bu film içinde polisler olmayan bir polisiye. Ben Fransız polisini çekmekte yeteneksizim. Çünkü Fransız polisinin hiçbir şekilde fotojenik olmadığını düşünüyorum. Bu probleme çözüm bulabilmiş tek kişi L.627 (1992) ve L!Appat (1995) filmleriyle Tavernier’dir. Bu filmlerde, Fransız polisi gerçekten var, Duvivier/Clouzot geleneğinden ya da tüm o Amerikan klişelerinden çok uzak olan bir gerçeklikleri var. Bu anlamdan Tavernier Fransız sinemasının geri kalanından gerçekten daha avantajlı.

Vertigo ( Alfred Hitchcock, 1958)
Tabi ki Secret Defense’i yaparken, dramatik bir şekilde de olsa, filmimizin Vertigo’nun tersi olduğunu düşündük. Laura Marsac karakterini Véronique ve Ludivine’e bölmemiz bütün senaryo problemlerimizi çözdü. Bundan da öte, polis sorgusu sahnesinden kaçınmamıza izin verdi. Editleme kısmında, Cary Grant’in Suspicion (1941) ve Laurence Oliver’ın Rebecca’da (1940) canlandırdığı karakterlerle Walser’ın arasındaki “aile benzerlikleri”ni gördüğüm anda çarpılmışa döndüm. Tüm bu karakterlerin kaynağı Wuthering Heights’daki Heathcliff karakteriydi. Bu da bizi Tourneur’a geri getiriyor, ne de olsa I Walked with a Zombie (1943) Jane Eyre filminin yeniden çekimiydi. Hitchcock’tan bir film seçmem mümkün değil, tüm külliyatı seçmem gerekir. ( Secret Defense’in adı aslında Family Pioy [1976] da olabilirdi) ama eğer bir film seçmek zorundaysam, o film Notorious (1946) ve bu seçimimin sebebi de Ingrid Bergman olurdu. Bergman ve Hitchcock arasındaki hayali aşk kaçamağını ve Cary Grant’in bu durumu rahatlatma için orada olduğunu görebiliyorsunuz. Son sahne dizisi, bütün her şeyi –aşk hikâyesini, aile meselesini, casusluk durumunu- birkaç inanılmaz ve unutulmaz sahneyle 3 dakikada çözüyor olmasıyla sinema tarihini en iyisi olabilir.

Mouchette ( Robert Bresson, 1966)
Sandrine ile ilk konuşmaya başladığımızda- tabi ki benim yapmak istediğim film hakkında en ufak bir fikrim yoktu- Bernanos ve Dostoyevski gündeme geldi. Dostoyevski çıkmaz bir sokaktı çünkü fazlasıyla Rustu. Ama oyuncu olarak Sandrine’in hali hazırda bir Bernanosvari bir havası varken bende ona iki roman hakkındaki belli belirsiz hatırladıklarımı anlattım, A Crime ki bu kitap asla filmleştirilemezdi ve A Bad Dream, birinin başkası için bir suçu üstlenmesini anlatan, bir çekmecede tıkılı kalmış bir roman. A Bad Dream’de, katilin yolculuğu, Secret Defense’de Sandrine’in yolculuğundan çok daha uzun ve detaylı bir şekilde tasvir edilmişti. Bresson’un en az sevdiğim filminin Mouchette olmasının sebebi Bernanos. Öte yandan Diary od a Country Priest (1950) filmi, Bresson’un kitaptaki cömertlik ve hayır işleme hissini çıkartıp, filmi guru ve tek başınalık üzerine kurmasına rağmen, fevkalade. Ama Mouchette’teki bu kitap Bernanos’un en mükemmel kitabıdır. Bresson sürekli yazara ihanet etmiş. Her şey inatla kıymetsiz çalışılmış. Ama bu durum Bresson’un muazzam bir sanatçı olduğu geçeğini değiştirmiyor. Trial of Joan of Arc (1962) filmini Dreyer’ın filminin hemen yanına koyarım. İkisi de aynı miktarda muhteşemdir.

Under the Sun of Satan ( Maurice Pialat, 1987)
Pialat harika bir yönetmen, kusurlu, ama kim değil ki? Bunu bir kınama olarak söylemiyorum. A Nos amours (1983) için –arkeolojik olarak konuşursak- Sandrine’i keşfetme dehasına sahipti. Ama ben Van Gogh (1991) ve The House in the Woods (1971) filmlerini diğer tüm filmlerinin üstünde tutarım. Çünkü bunlarda birinci dünya savaşı öncesi, kuşkusuz ki hayali olan, mutluluğu filmleştirmeyi başardı. Tonu farklı olsa da, bir Renoir kadar güzel. Ama ben gerçekten Bernanos’un filmleştirilemez olduğunu düşünüyorum. Diary of a Country Priest istisnası var tabii. Under the Sun of Satan filminde, Mouchette (Sandrine Bonnaire’nin karakteri) ile alakalı herşeyi çok sevdim ve Pialat kendini çok onurluca akladı. Ama en baştan bu kitabı adapte etmek bir çılgınlıktı, çünkü en çok anlatılan kısım, şeytanla müzakerenin yapıldığı kısım gece karanlıkta, tamamen karanlıkta geçiyor. Bunu ancak Duras filme çekebilirdi.

Home from the Hill ( Vincente Minelli, 1959)
Şimdi daha fazla düşman edineceğim… Aslında bunlar aynı düşmanlar olacaklar çünkü Minelli’yi seven insanlar genelde Mankiewicz’i de severler. Minelli harika bir yönetmen olarak görülüyor, ve bunun sebebi de “politique des auters”in gevşeticiliğidir. François, Jean-Luc ve benim için, politik, bizim auterlerin değerlendirmesini hak eden nadir yönetmenlerden olduğumuzu söylemekte ısrarlı. Balzac ve Moliere ile aynı şekilde. Moliere’in bir oyunu bir diğerinden daha az iyi olabilir ama bütün külliyatla ilişkisi heyecanlı ve çok önemlidir. Bu durum, Renoir, Hitchcock, Lang, Ford, Dreyer, Sirk, Ozu… için de geçerli, ama her yönetmen için geçerli değil. Minelli, Walsh ya da Cukor için geçerli mi? Hiç zannetmiyorum. Stüdyoların onlara atadığı senaryoları çektiler, hem de azalan bir ilgi seviyesiyle. Preminger konusuna gelirsek, yönlendirmenin herşey olduğu konuya, politik çalışıyor. Walsh’a gelirsek, hikaye ya da oyuncular inanılmaz birşekilde ilgisini çektiğinde, kendi kontrolünü ve bakış açısını filmlerine yansıtan film yapımcısı veya yönetmen oldu. Ama diğer birçok duruma baktığımızda, olmadı. Minelli’nin durumunda, set, ışık, yer konusudna çok titizdi. Ama oyuncularla ne kadar çalıştı? Some Came Running (1958) filmini ilk çıktığında herkes gibi çok sevmiştim. Ama 10 yıl sonra tekrar izlediğimde, ters tarafa çekilmiştim. 3 harika oyuncu, kameranın arkasındaki herhangi biri tarafından izlenmeden ya da dinlenmeden, hükümsüzleştirilerek çalışıyorlardı. Secret Défense Sirk ele alındığında, her şey filme alınır. Senaryo ne olursa olsun, o her zaman gerçek bir yönetmendir. Written On the Wind (1956) filminde, ünlü bir Universal merdivenleri var ve o gerçek bir karakter aynı Secret Défense’de olduğu gibi. Çekimi yaptığımız evi seçmemin sebebi, evdeki merdivenlerdi. Bence bütün dramatik sürecin son bulduğu ve bir araya geldiği aynı zamanda karakterlerin kendilerini çözümlediği yerin burada olması gerekiyordu.

That Obscure Object of Desire (Luis Bunuel, 1977)
Diğer bütün yönetmenlerden çok Bunuel’in filmleri tekrar izleniyor. Sadece zamana meydan okuduğu için değil, gizemleri gün geçtikçe artıyor, güçleniyor ve değerleniyor. Bir Bunuel filminin aklımı başımdan aldığını hatırlıyorum: The Exterminating Angel. Çok taklit edilmiş gibi görünmeseydi yeni filmimim adı bu olabilirdi! François ve ben El’i ilk çıktığında izlemiş ve bayılmıştık. Bunuel ve Hitchcock’un takıntılarının arasındaki devasa farka rağmen, filmde dikkat çeken Hitchcock tarzı beni afallatmıştı. Ama ikisi de her gün yanlarında taşıdıkları takıntılarından film yapabilecek kadar yürekli insanlar. Ki bu insanlar arasında Pasolini, Mizoguchi ve Fassbinder de var.

The Marquise of O… (Eric Rohmer, 1976)
Film gerçekten çok güzel. Yine de ben Summer, The Tree, the Major, the Mediathéque ve hepsinden çok ayrı bir yere koyduğum Rendez-vous in Paris (1995) filmlerindeki problemlerin merkezi olan derin duygusal fakirliği gösteren mizansenleri yapan Rohmer’i tercih ederim. İkinci bölüm ilkinden de güzel ve ben üçüncü bölümü Fransız sinemasının zirvesi kabul ediyorum. Benim için ayrıca bir kişisel anlamı var, çünkü La Belle noiseuse (1991) filmiyle olan ilişkisi bağlamında izledim ben bu filmi. Bir resmi, boş kanvaslara bakan ressama sunar gibi sundu bana. Rohmer’in külliyatından herşeyini özetleyen bir film seçmem gerekirse, bu film The Aviator’s Wife olurdu. Bu filmde, bütün bilimi, “Moral Tales”deki etik sapıklığı ve komedi ve atasözleri bulabilirsiniz. Tabii bunların hepsinde sonsuz zarafet dakikaları bulabiliyorsunuz. Bu film aslında zarafet hakkında.

Twin Peaks: Fire Walk with Me ( David Lynch, 1992)
Benim bir televizyonum yok. Bu yüzden Serge Daney’in televiyon dizilerine duyduğu tutkuyu paylaşamıyorum. Ve Lynch’i takdir edebilmem uzun zaman aldı. Hatta, Blue Velvet’e kadar (1986) takdir etmedim hiç. Isabella Rosellini’nin apartmanıyla, Lynch sinema tarihindeki en ürpertici seti oluşturmayı başardı. Ve Twin Peaks… bu film sinema tarihindeki en deli film. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu, ne izlediğim hakkında hiçbir fikrim yoktu tek bildiğim salonu yerden bir metre yukarda süzülerek terk ettiğimdi. Bu kadar harika olan tek şey Lost Highway’in (1996) ilk kısmıydı.

Nouvelle Vague (Jean-Luc Godard, 1990)
Kesinlikle Jean-uc’un son 15 yıldaki en güzel filmive çıtayı çok yukarı çekmiş bir film. Çünkü diğer filmlerde dalga geçilecek herhangi bir şey yok. Ama bunun hakkında konuşmak istemiyorum… Çok kişiselleşir.

Beauty and the Beast (Jean Cocteau, 1946)
Les Dames du Bois de Boulogne (1945) ile birlikte bizim jenerasyonumuzun – François, Jean-Luc, Jacques Demy ve ben- kilit Fransız filmi. Benim için bu film temellerden bir. Bu filmi 1946’da izledim ve sonrasında Cocteau’nun çekim günlüklerini okudum. Saç yolduran, akla hayale gelmez tersliklerle dolu bir çekim süreciymiş. Ama sonuçta, ben o günlüğünden büyük bir samimiyetle yazıldığını biliyorum, çünkü defalarca baştan sona okudum. Hatta ben bu günlük sayesinde hayatımla ne yapmak istediğime karar verdim. Cocteau benim yönetmenliğe olan yolculuğumdan sorumlu olan kişidir. Onun bütün filmlerini seviyorum, en az başarısız olanları bile. O çok önemli, ve o kendi kontrolünü ve bakış açısını filmlerine yansıtan film yapımcısı ve yönetmen.

Titanic ( James Cameron, 1997)
Bu haftanın Elle dergisinde Jean-Luc’un söylediklerine tamamen katılıyorum: Tam bir çöp. Cameron şeytan değil, Spielberg gibi puşt değil. Cameron yeni De Mille olmak istiyor. Maalesef, poşetten dışarı çıkacak yolu bulamadı. Bunlar yetmezmiş gibi kadın oyuncu da çok başarısızdı. Ekranların uzun süredir görmediği kadar izlenemez ve savsaktı. Film bu yüzden genç kızlar arasında bu kadar popüler oldu. Çekingen, hafif toplu Amerikan kızlarının hepsi bu filmi defalarca izlediler ve kendilerini onun yerinde, yakışıklı Leonardo’nun kollarında hayal ettiler.

Deconstructing Harry (Woody Allen, 1997)
Barbara Kopple’nin Wild Man Blues (1997)’u onun alakalı problemimi çözmeme ve onu sevmeme yardım etti. Wild Man Blues’da, o gerçekten açık, gerçekten samimi, sanki 12 yaşında bir çocuk gibi. Her zaman olabileceği kadar hırslı bir insan olmuyor. Ve hislerin sıcaklığından daha çok sahtekarlıkta başarılı. Ama bu film yeni bir nefes gibi. Özellikle son filmin kötülüğünden sonra. İyi bir adam ve kesinlikle kendi kontrolünü ve bakış açısını filmlerine yansıtan film yapımcısı veya yönetmen. Ama bu her filminin sanatsal anlamda bir başarı olduğu anlamına gelmiyor.

Happy Together ( Wong Kar-wai, 1997)
Gerçekten çok beğendim. Ama yine de harika Asyalı yönetmenlerin, Çinli yönetmenlerin çok büyük etkileri olmasına rağmen, Japon yönetmenler olduklarını düşünüyorum. Bence japon yönetmenler hünerli ve akıllılar. Belki biraz fazla hünerli ve fazla akıllı. Örneğin Hou Hsiao-hsien Paris’teki ilk filmini beğenmiş olmama rağmen, beni gerçekten çok rahatsız ediyor. Ben onun işlerini fabrikasyon ve kabul edilemez buluyorum, ama politik olarak doğru. Son filmi de (Goodbye South, Goodbye, 1996) o kadar sistematikti ki bir şekilde ilginç olmayı başarmıştı ama bana göre bu bir çeşit numaraydı. Hou Hsiao-hsien ve James Cameron’un problemi aynı.

Face/Off (john Woo, 1997)
Bu filmden tiksindim. Ama ben A Better Tomorrow (1986) filminin de korkunç olduğunu düşünmüştüm. Değersiz, mutsuz edici ve saçma. Broken Arrow (1996) filmini izledim ve çok kötü olduğunu düşünmedim. Sadece kontratının gerekliliklerini yerine getirmeye çalışan bir stüdyo filmiydi. Ama Face/Off filmini, iğrenç, fiziksel olarak mide bulandırıcı ve pornografik buldum.

Taste Of Chery (Abbas Kiarostami, 1997)
Onun işleri her zaman çok güzel ama keşifin verdiği zevk artık bitti. Keşke kendi evreninden bir süreliğine çıksa. Ondan daha şaşırtıcı şeyler görmek isterim… Allah’ım… burnumu herşeye sokuyorum!

The Fifth Element ( Luc Besson, 1997)
Nefret etmedim ama La Femme Nikita (1990) ve The Professional (1994) beni çok daha fazla etkilemişti. Joan of Arc’ı görmek için sabırsızlanıyorum. Çünkü bu hikayenin çekilmiş herhangi bir versiyonu para kazandırmadı, benimki dahil. The Fifth Element ile kazandıkları bütün nakti bunda batırıp batırmayacaklarını merak ediyorum. Tabii ki çok naif ve çocukça bir film, ama neden olmasın? Joan of Arc’ta çocukça bir film olarak çekilebilir.

www.sinefesto.com’dan alınmıştır.

Jacques Rivette Filmlerini İzlemek İçin Tıklayınız.

Yorum Alanı
SON EKLENEN HABERLER
POPÜLER HABERLER