Robert Redford’dan Unutulmaz 10 Film

Robert Redford’dan Unutulmaz 10 Film

28 Eylül 2025

440 Okunma

Robert Redford, hem parlak yıldızlar dünyasının kalıcı ikonu hem de Amerikan bağımsız sinemasının duayeni olarak, genellikle karşı çıktığı şeylerle tanımlanagelmiştir. Kaliforniya banliyösündeki yetişme tarzından sıkılan doğal bir atlet olan Redford, istemeden de olsa 'Beyaz Anglo-Sakson Protestan' (WASP) Amerikası'nın simgesi haline geldi. 70'lerin Hollywood'unda, çoğu İtalyan veya Yahudi kökenli koyu saçlı, dinamik oyuncuların döneminde Redford, eski tarz bir başrol oyuncusu olarak kaldı. Yırtıcı ve aslana benzeyen yakışıklılığıyla, onu sıradan bir bakkalda saklanmış halde hayal etmek neredeyse imkansızdı.

Redford’un, on yıla damga vuran sanatsal açıdan verimli Amerikan rönesansına hiç katkıda bulunmadan, romantik kahramanları oynayıp sistemin bir parçası olması çok kolaydı. Ancak en anaakım filmlerde bile, onun incelikli oyunu ve öz farkındalığı kendini hemen belli ederdi. Oyuncunun kariyerine geri dönüp baktığımızda, ‘Sundance Kid’ olarak bilinen bu ismin risk almaktan ya da liberal politik görüşlerini açıkça ortaya koymaktan asla çekinmediği açıkça görülür.

Butch Cassidy and the Sundance Kid (1969)

Yönetmen: George Roy Hill

Herkesin kalbinde taht kuran, George Roy Hill’in yaratığı bu laubali kovboy-dostluk filmi, western sineması kültüründe kendine özgü bir yere sahiptir; belki de bunun nedeni, bileşenlerinden oluşan bu kadar kaygısız bir karışım olmasıydı. Filmdeki sürekli atışan iki kanun kaçağı, türün geri kalanına hakim olan şiddet ve maçoluktan ziyade, dönemin ‘havalı’ tavrını daha çok yansıtıyordu. Belki de eleştirmen J. Hoberman, filmin western hayranı olmayanlara olan çekiciliğini en iyi, “sarışın bir kirpinin kirpiliğinden daha hafif” diye nükteli bir şekilde açıklamıştır. Newman uzun zamandır bir süperstar olsa da, bu film Redford’un kaderini önemli ölçüde değiştirdi. Biyografi yazarı Michael Feeney Callan’ın aktardığına göre, Redford 1968 ile 1970 arasında otel koridorlarında uyuyan bir adamdan, LIFE dergisinin kapağını süsleyen bir yıldıza dönüştü.

Downhill Racer (1969)

Yönetmen: Michael Ritchie

Redford’un genç bir Olimpiyat kayak şampiyonu rolündeki bu erken dönem performansı, hem büyüleyici hem de kendi içine kapalıdır; aktörün soğuk ve mesafeli bir karakteri canlandırabilme yeteneğini ortaya koyar. Yönetmen Michael Ritchie, aslında klasik bir spor hikayesi olabilecek bu filmi, tipik 60’lar tarzı bir başkaldırıyla süslüyor: hızlı kurgular, puslu görüntü yönetimi ve bolca ‘snap zoom’ (ani yakınlaştırma). Kağıt üzerinde hikaye gelenekseldir: Yakışıklı genç bir atlet, hiçlikten gelir ve Kış Olimpiyatları’nda zaferle çıkar. Ancak, atletin kendisi soğuk, ulaşılmaz ve kibirli, alçakgönüllülük veya takım çalışmasıyla da hiçbir ilgisi yoktur. ‘Atlet-kahraman’ efsanesi adım adım yerle bir edilir ve onun takıntılı ve sevimsiz bir karakter olduğu gözler önüne serilir. Sporun tüm heyecanına rağmen, nihai zaferi daha çok boş ve beklenenin aksine hayal kırıklığı yaratan bir son (anti-climax) gibi hissettirir.

The Candidate (1972)

Yönetmen: Michael Ritchie

Redford’un yönetmen Michael Ritchie ile iş birlikleri, genellikle haksız bir şekilde göz ardı edilir; Ritchie, yıldız oyuncunun ‘altın çocuk’ imajını nasıl hem onaylayacağını hem de onun altını nasıl oyacağını çok iyi biliyordu. Nixon’ın yeniden seçilme arifesinde çekilen ve eski bir hitap yazarı tarafından kaleme alınan The Candidate (Aday), Bill McKay karakterinin Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak için görünüşte umutsuz bir kampanyaya girişmesini konu alır. Redford’un mesafeli karizması ve ne düşündüğü anlaşılmaz ifadesi burada çok önemlidir; seyircinin ve muhtemelen seçmenlerinin de, ona kendi istedikleri anlamları yüklemesine olanak tanır. Samimi idealler, yerini yavaş yavaş yıpranmış basmakalıp sözlere ve medyatik onaylara bırakır. Filmin soğuk ironisi şurada gizlidir: McKay’in savunduğu şeyler azaldıkça, popülaritesi daha da zirve yapar.

Jeremiah Johnson (1972)

Yönetmen: Sydney Pollack

Redford’un yönetmen Sydney Pollack ile yedi filmlik iş birliğinin ilki olan Jeremiah Johnson, Utah dağlarının acımasız kışında, Redford’un Sundance çiftliğine uzak olmayan bir bölgede çekildi. 19. yüzyılın sonlarında geçen film, sakallı bir dağ adamının Kızılderililerle giriştiği amansız bir intikam ve yıpratma savaşını konu alır. Pollack, beyaz ‘medeniyetin’ yerli kültürler üzerindeki yayılmacılığına eleştirel bir bakış sunarken, aynı zamanda Redford’un sonraki yıllarda girişeceği tutkulu çevre aktivizminin de habercisi niteliğinde olan, insan ile doğa arasındaki uyumu kutlar.

The Way We Were (1973)

Yönetmen: Sydney Pollack

Aşırı Duygusal, İçli ve İnanılmaz Keyifli bir film olan The Way We Were (Bulunduğumuz Yol), elindeki kozları coşkulu bir tema şarkısı ve başrol oyuncularının kişiliklerine dair derin bir farkındalıkla işlenmiştir. Barbra Streisand, dağınık saçlı ve ciddi bir öğrenci aktivisti olan Katie’yi canlandırır. Redford ise, yüz hatları o kadar rahatsız edici derecede düzgün olan bir kolej sporcusu, Hubbell’dır. Katie ona şakayla karışık şöyle takılır: “Bakın kim bu, İşte Güzel Amerika’nın ta kendisi.” Hem Hollywood kara listesinin yol açtığı duygusal tahribatın bir ifadesi, hem de “zeki erkeğin güzel kızı aldığı” günümüz romantik filmlerine bir cevap niteliği taşıyan The Way We Were, “gizli zaafım” demenin aptalca olacağı türden, utanmazca ve kendini kaptıran bir romantik dramdır.

The Sting (1973)

Yönetmen: George Roy Hill

Bu neşeli Buhran Dönemi filminde, Paul Newman yalı ve tecrübeli bir dolandırıcıyı, Redford ise küçük çaplı bir hırsız ve kumarbazı canlandırır. Roman tadında bölümlere ayrılan, eski bir dostun intikamını alan iyi kalpli sahtekarların hikayesi, hafif ama bir o kadar da eğlencelidir; yani tam bir Hollywood fantezisi. The Sting (Belalılar), muhteşem derecede nostaljik bir filmdir ve Yeni Dalga akımına dair en ufak bir iz taşımaz. İşin kötü yanı, bazen kendini filmin yıldızları için hazırlanmış bir ‘şatafat aracı’ gibi hissettirebilmesi; amacı Hollywood’un en yakışıklı iki erkeğini bir dizi smokin içinde havalı bir şekilde dolaştırmak gibidir. Yine de, bu durum izlemeye hiç de engel değildir. The Sting, on yıla damgasını vuran karşı kültür akımlarının ortasında, geleneksel yıldızlara sahip eski tarz filmlerin hâlâ nasıl parlayabildiğinin bir kanıtıdır.

Three Days of the Condor (1975)

Yönetmen: Sydney Pollack

Bu 70’lerin sonlarında çekilmiş politik gerilim filminde Redford, kendini bir anda CIA’nın iç infaz listesinin en tepesinde bulan, devlette çalışan sıradan bir büro çalışanıydı. Film, birbiriyle tam uyuşmayan öğeleri bir arada barındırıyor; eğer vardığı sonuç sadece CIA’nın yozlaşmış olduğu ise, bu pek de şaşırtıcı bir sonuç sayılmaz. Aynı dönemde yurtdışında yürüttükleri gizli operasyonlara bakmak bile bunu anlamak için yeterlidir. Bununla birlikte, belirsiz, karamsar ve her şeyin boşuna olduğunu ima eden son anları, filmin kuyruğunda gizlenmiş gerçek bir iğne (ironi) olduğunu gösterir.

All the President’s Men (1976)

Yönetmen: Alan J. Pakula

Görüntü yönetmeni Gordon Willis’in ışık ve gölge kullanımındaki olağanüstü başarısı sayesinde, Başkan’ın Adamları, Alan J. Pakula’ın genel olarak paranoya üçlemesi olarak bilinen film serisinin son halkası oldu. Watergate skandalını ortaya çıkarıp bir başkanı deviren Washington Post muhabirleri Bob Woodward ve Carl Bernstein’ın hikayesini beyaz perdeye taşımak için ilk adımı atan Redford’du. İkili, başlangıçta hikayelerinin sinemaya uyarlanması konusunda temkinliydi, ancak Pakula titizlikle gerçek olayların ilk yedi ayına sadık kaldı. Film, gazeteciyi tartışmasız bir kahraman ilan eden o klasik türün son temsilcilerindendir. Ancak Redford’un Woodward’ı oynarken kattığı ince ama belirgin acımasızlık, izleyiciye şu gerçeği fark ettirir: En değerli işlerin bile arkasında bazen kişisel hırslar yatar.

Brubaker (1980)

Yönetmen: Stuart Rosenberg

Stuart Rosenberg’in, Arkansas’taki gerçek bir hapishane olayından uyarlanan etkileyici hapishane dramasında, her zamanki gibi ölçülü ve sakin bir performans sergileyen Redford, güneyin zorlu bir hapishanesine reform yapmak için atanan yeni müdür Henry Brubaker rolünde. İstismar ve yolsuzluk o denli yaygındır ki; yerel iş dünyasını, eyalet polisini ve hatta valinin ofisini bile zehirlemiştir. İlkeli, çelik gibi bir iradeye sahip biri olan Brubaker, hapishanede köklü değişiklikler yapmaya başladıkça, tüm sistemin ne kadar çürümüş olduğunu adım adım fark eder. Redford’un, hem liberal bir dava olan hapishane reformu fikrine hem de bu kahraman role neden çekildiğini anlamak kolaydır. Brubaker zamanla didaktikleşebilse de, son derece başarılı bir filmdir ve Redford, inatçı bir idealisti canlandırma konusunda oldukça ustadır.

All Is Lost (2013)

Yönetmen: J.C. Chandor

J.C. Chandor’un Margin Call (2011) filminden sonraki ikinci yapımı, açıklanamaz bir şekilde denizde tek başına kalan dinç 77 yaşındaki bir denizciyi konu alır. Bir sabah uyandığında, teknesinin serseri bir nakliye konteyneri tarafından ciddi şekilde hasar gördüğünü keşfeder. Durum kötüleştikçe, Chandor adeta sadeleştirilmiş, muhteşem bir İhtiyar Adam ve Deniz anlatısı sunar; diyalogun minimum düzeyde kullanıldığı, sade ve büyüleyici bir hayatta kalma hikayesi. Rüzgarın ve Utah güneşinin kırıştırdığını çok iyi bildiğimiz, Redford’un o tanıdık ve yıpranmış yüzü, filmin tümünde göreceğimiz tek yüzdür. Açık denizde, yapayalnız ve belki de mahkum olmuş bir halde sürüklenirken, Redford, dayanma gücünün ve çaresizliğin doruklarına çıkan, kariyerinin son dönemine damgasını vuracak bir performans sergiler.

Christina Newland

https://www.bfi.org.uk’den SinemaNova için çevrilmiştir.

+ BONUS

Out of Africa (1985)

Yönetmen: Sydney Pollack

Makale yazarının kanımca eklemeyi unuttuğu filmi bonus olarak eklemek istedim. (Çevirmen)

Sydney Pollack’ın bu görkemli başyapıtı, sadece bir aşk hikayesi değil; kaybolan bir dünyaya, özgürlük tutkusuna ve kaderin sillesini yiyen bir kadının direnişine adanmış epik bir şiirdir. Afrika’nın uçsuz bucaksız doğası, nefes kesici görüntülerle filmin ta kendisi haline gelir. John Barry’nin unutulmaz müziğiyle birleşen bu manzaralar, izleyiciyi içine çeker. Meryl Streep ve Robert Redford’un kimyası tartışmasızdır. Streep, Karen Blixen’in gücünü ve kırılganlığını; Redford ise Denys’in bağımsız ruhunu ve çekiciliğini ete kemiğe büründürür. İkili, “yıldız” olmanın ne demek olduğunu izleyiciye hatırlatır. Out of Africa, teknik mükemmelliği, derin duygusal etkisi ve unutulmaz performanslarla, seyircisini bir aşk, doğa ve nostalji banyosuna davet eden, zamansız bir klasiktir. Seyirciyi alıp 20. yüzyıl başının Afrika’sına götürür ve orada, hem coğrafyaya hem de birbirlerine asla tam anlamıyla “ait” olamayan iki ruhun hüzünlü güzellikteki hikayesine tanık ettirir. “Ben Afrika’ya bir çiftlik sahibi olmak için geldim,” diye başlayan o meşhur cümle, aslında bir hayalin ve bir aşkın da başlangıcıdır.

Yorum Alanı

8 + 2 =

SON EKLENEN HABERLER
POPÜLER HABERLER