İlk uzun metrajı Hard Eight (ya da asıl adıyla Sydney, bu karışıklığın sebebi tabii ki stüdyo ile yaşanan anlaşmazlıklar), Cannes Film Festivali’nin Un Certain Regard bölümünde gösterildi. Filmin hikâyesi, PTA’nın bir filmde (Midnight Run, 1988) görüp etkilendiği Philip Baker Hall’ın, bahsi geçen filmde oynadığı Sidney isimli karakterden esinlenilerek oluşturulmuştu. Yönetmen ve aktörün bu işbirliği Boogie Nights’ta da devam etti. Geniş bir oyuncu kadrosuna ve doğal olarak aynı oranda karakter çeşitliliğine sahip olan film, 70’lerin ve biraz da 80’lerin porno endüstrisini konu ediniyordu. Anderson’ın ergenliğindeki VCR maceralarını hatırlayalım ve şu açıklamasını da nakledelim: “Yetmişlerin ve seksenlerin porno filmleri arasındaki güçlü ve ayırt edici çizgiyi rahatlıkla görebilirsiniz, sadece kaliteleri açısından değil aynı zamanda arka planlarındaki ruh açısından da.” Konu seçimi tesadüf olmasa gerek, değil mi? Boogie Nights, muazzam bir başarı yakaladı ve Paul Thomas Anderson’a senaryo dalında ilk Oscar adaylığını getirdi. Bu adaylık, artık en üst seviyeye yükselmiş yönetmenimiz için bir lanetin de başlangıcı olacaktı.
PTA, bu başarının ardından daha özgürce çalışabileceği ve yaratıcılığını sonuna kadar gösterebileceği bir ortama kavuştu. Bu sayede Hollywood’un eteklerinde bir Magnolia açtı. İç içe geçmiş, ufak ayrıntılarla birbirlerine temas eden birçok hikâye, başarılı oyunculuklar, muazzam bir soundtrack, gökten kurbağalar yağdırtan enfes bir final… Anderson, Magnolia için “yapabileceğim en iyi film” diyor. Ben kendisine katılmıyorum, daha iyisini yaptı (I DRINK YOUR MILKSHAKE!) ve yapmaya da devam edecektir. P. T. Anderson, sinema dünyasındaki yerini iyice pekiştiren Magnolia filminin ardından beklenmedik bir şekilde romantik komedi janrına geçiş yaptığı Punch-Drunk Love ile geri döndü. “Arthouse bir Adam Sandler filmi” olarak tanımladığı film, kendisine Cannes’da En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandırdı. Böylece Hollywood’un kabına sığmayacağının ilk işaretlerini vermiş oldu.
2007, yirmi birinci yüzyılın (hatta sinema tarihinin) en iyi filmlerinden birinin görücüye çıktığı yıl oldu. There Will Be Blood, vaat ettiği kan ile perdeyi boyamadan da seyircisinin kanını dondurmayı başardı. Daniel Day-Lewis’e sonuna kadar hak edilmiş bir Oscar daha kazandıran film, bireysel olarak PTA’ya ise tam üç dalda (En İyi Film, Yönetmen, Senaryo) adaylık getirmesine rağmen aynı yılın bir diğer güzelliği No Country for Old Men’e karşı hepsini kaybedecekti. Fakat Cannes’ın ardından Berlin’de de en iyi yönetmen seçilen P.T. Anderson, bir ilki gerçekleştirmek adına fark ettirmeden bir adım daha atmış oldu.
Beş yıl aradan sonra The Master ile geri dönen Anderson, bu sefer daha tartışmalı bir konuyu ele aldı. Scientology tarikatının kuruluş dönemleri ile paralel bir hikâyenin merkezine, zamanında Children of God (şimdiki adıyla The Family International) tarikatından ailesi ile birlikte zar zor kaçmayı başarmış Joaquin Phoenix’in canlandırdığı dengesiz bir denizciyi yerleştiren PTA büyük oynuyordu. Dikkat çekici ve cüretkâr konusu ile muhteşem oyunculuklarına rağmen Usta iyi eleştiriler alamadı. Ancak Venedik Film Festivali’nden ödülle dönen Anderson böylece Avrupa’nın üç büyük festivalinde de (Cannes, Berlik, Venedik) En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazanmış ilk ve tek yönetmen oldu.
Thomas Pynchon’ın aynı isimli romanından uyarladığı Inherent Vice ile sinema tarihinin en “stoned” filmlerinden birini yapan PTA, bu projede yeniden Phoenix ile çalıştı. En İyi Uyarlama Senaryo ile bireysel olarak altıncı kez Oscar adaylığı alan Anderson bir kez daha heykelciğe uzanmayı başaramadı. Ardından artık kendisinin resmi olarak film müziklerini yapan ekürisi olduğunu söyleyebileceğimiz Jonny Greenwood (Radiohead) ile Hindistan’a giderek Junun isimli bir belgesel çeken yönetmen, son olarak ise Daniel Day-Lewis’in başrolünde olduğu 1950’lerin Londra’sının moda dünyasını merkezine alan Phantom Thread ile beyaz perdeye geri döndü. Anderson’ın Oscar lanetini kırmasını sağlayacağını umut ettiğimiz bu film, henüz vizyona girmemesine rağmen katıldığı festivallerden birçok ödülle döndü ve çok iyi eleştiriler aldı. Ayrıca yönetmen ile ikinci kez çalışan Day-Lewis’in emeklilik filmi olma niteliğini taşıyan filmin aktöre dördüncü Oscar ödülünü kazandırarak Katharine Hepburn’ün rekoruna ortak olmasını sağlama ihtimali var.
P.T. Anderson’ın hakkını verebilmek adına bayağı uzun tutulmuş bir kronolojik retrospektifin ardından, kendisinin sinema evrenini katmanlarıyla incelemeye geçebiliriz. Filmlerinde anlattığı öyküler birbirlerinden çok farklı olsa da, aslında Anderson’ın oldukça tutarlı bir sinema evreni yarattığını söylemek yanlış olmaz. Neredeyse her filminde çeşitli açılardan sorunlu bir erkek karakteri merkeze koyan yönetmen, bu karakterin etrafına ördüğü insan ilişkileri ile konuyu seyircide duygulanımlar yaratacak bir şekilde ele almayı tercih ediyor. Dikkat çekici bir şekilde merkezdeki bu etkili karakterin genellikle yakın olduğu baba figürü, bahsettiğimiz ilişkiler yumağının tam ortasında bulunuyor. Hard Eight’te Sydney ve John, Boogie Nights’ta Dirk Diggler ve Jack Horner, Magnolia’da Frank Mackey ve Earl Partridge, The Master’da Freddie Quell ve Lancaster Dodd ve hatta There Will Be Blood’da Daniel Plainview ve Eli Sunday (ya da Daniel’ın oğlu HW) bu şablona uyuyorlar. Bu durum, Anderson’ın sinemaya atılma sürecinde de kendisini sürekli destekleyen babası ile ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda şaşırtıcı olmasa gerek. Bununla birlikte, yönetmene yöneltilebilecek erkek odaklı bir bakış açısına sahip olduğuna dair herhangi bir potansiyel eleştiriye karşı da sadece The Master’daki Peggy Dodd karakteri ile bile erkenden cevap verilebilir. Ayrıca PTA’nın filmlerindeki müzikler konusunda harikalar yarattığını da söylemeden geçmek olmaz. Birlikte çalıştığı Jon Brion, Aimee Mann, Jonny Greenwood gibi isimler nedeniyle aksini iddia etmek de saçma olur zaten. Sinemada müzik kullanımının çok önemli bir yer tuttuğunu ileri süren Anderson, bu konuda Kubrick’in A Clockwork Orange’ını izlerken Singin’ in the Rain eşliğindeki ünlü tecavüz sahnesinde bir aydınlanma yaşadığını belirtiyor. Efsanevi yönetmenin PTA üzerindeki etkisi yalnızca bununla sınırlı değil. Stanley Kubrick’in sinema konusunda yapılabilecek her şeyi gerçekleştirdiğini ve bu sebeple kimsenin onu aşamayacağını dile getiren Anderson’ın, ele aldığı konular açısından geniş bir skalaya yayılan filmografisi de Kubrick ile benzeşiyor.
Orson Welles gibi genç yaşta sinemaya başlayan ve Kubrick ile fazlasıyla ortak noktaya sahip olan Paul Thomas Anderson’ın, bu bağlamda Hollywood’un yeni jenerasyon yönetmenlerinden en önemlisi olduğunu gönül rahatlığıyla söylemek mümkün. Oscar karnesi ve Avrupa’nın en büyük üç festivalinden aldığı ödüller düşünüldüğünde, PTA için yanlış yerde (Hollywood’un dibinde) doğmuş bir Avrupalı yönetmen benzetmesi yapılabilir. Ancak gözden kaçırılmaması gereken nokta, Anderson’ın sanatsal anlamda Amerikan kültüründen besleniyor olması. Sinemasındaki türler arası geçişler, ele aldığı dönemler, yarattığı atmosferler ve mekan seçimleri bu duruma işaret ediyor. Dünya çapında da bu denli takdir ediliyor olması ise “think globally act locally” düsturuna uyumlu bir sinema anlayışı geliştirmiş olmasından ileri geliyor. P.T. Anderson’ın Amerikan sinemasının başkentinin yakınlarında doğup, evrensel duygulara bu kadar hakim olarak tüm dünyaya hitap etmesi bir sinemacı olarak büyüklüğünü ortaya koyuyor. Çağımızın ‘auteur’lerinden biri olarak kabul edebileceğimiz Anderson’a, Hollywood yapaylığının kariyeri boyunca bulaşmamasını dileyerek, sıradaki filmi Phantom Thread’i sabırsızlıkla beklemeye devam ediyoruz.