Adını Gürcistan’ın aynı bölgesinden alan Jim Shvante (Svaneti’nin Tuzu, 1930), komünist rejimin Kafkasya’daki yerleşimine dair belgesel tekniğinde çekilmiş bir propaganda filmidir. Filmin büyük bölümü, bölge halkının geleneklerin baskısı altında yaşadığı zor hayatlara güçlü görsel imgelerle odaklanır. Devamında yaşanan değişimi vurgulayacak şekilde başarıyla kullanılan Sovyet Kurgusu, bu yapımı birinci sınıf bir propaganda aracı haline getirir.
Kariyerinin ikinci bölümde, yönetmen genellikle savaşın insanlar üzerindeki etkilerine eğilen dramalar çeker. Bunların en bilinen örneği, kendisine Altın Palmiye getiren Letyat zhuravli (Leylekler Uçarken, 1957)’dir. Savaşın ayırdığı iki sevgilinin yürek burkan aşk hikayesini anlatır film. Cepheye giden sevgilisinin ardından yalnız kalan Veronika üzerinden, tüm ulusun hatta savaşı yaşayan tüm insanlığın ruh halini tüm çıplaklığıyla anlatırken kullandığı görsellik, bu başyapıtın duygusal yoğunluğunu ve buna bağlı olarak vuruculuğunu daha da katlar. Özellikle filme adını veren leyleklerin göründüğü sahne, savaşın etkisiyle savrulan hayatları, belki de olabilecek en etkileyici şekilde sinema perdesine taşırken, sinema tarihinin bu çok mühim filminin en vurucu anı olarak zihinlerdeki yerini alır.
Kalatozov’un Leylekler Uçarken’in ardından çektiği Neotpravlennoye pismo (Gönderilmemiş Mektup, 1960), görsel anlamda öncülünün tutturduğu seviyeyi daha da yukarı çeker. Dört jeologun Sibirya’daki bir ormanda yaptıkları bir araştırma sırasında, doğayla giriştikleri mücadelenin anlatıldığı film, özellikle bu ormanda çıkan yangının hikayeye dahil olmasıyla görsel olarak muazzam sahnelerle dolu bir yapıta dönüşür. İnsanın doğa karşısındaki çaresizliğinin altını çizen, yönetmenin karakterlerini ters ışıkta bırakarak, onları birer siluet olarak perdeye yansıttığı sahneler görülmeyi sonuna kadar hak eder. Görselliğin bu denli güçlü olduğu bu filmin hikaye anlatımında yaşadığı irili ufaklı inandırıcılık problemleri, yönetmenin bu konuyu ikinci plana atmış olabileceğini düşündürtür. Yönetmen, son filmi Krasnaya palatka (Kızıl Çadır, 1969) ile insanın doğayla mücadelesini, bu kez daha geniş bir perspektiften ele alır. Kadrosunda, Sean Connery, Peter Finch, Claudia Cardinale gibi uluslar arası oyuncuların yer aldığı, müziklerinin Ennio Morricone tarafından bestelendiği bu çok uluslu yapım, Kalatozov filmografisinde en farklı iş olarak dikkat çeker.
Sadece işlediği konular temel alınarak yapılacak bir değerlendirmeyle politik film olarak tanımlanacak Soy Cuba (Ben Küba, 1964) ele aldığı hikayelerin içeriği ve bunları anlatma yöntemine bakıldığında çok güçlü bir dramadır aynı zamanda. En önemli politik filmlerden biri olmasının yanında, bu özelliğiyle sinema tarihinde bu alt türün ötesinde bir yer bulur kendine. Küba Devrimi’yle sonuçlanacak süreci, farklı durum ve kişileri konu eden dört farklı segmentte işler bu baş yapıt. Kalatozov ve Leylekter Uçarken ve Gönderilmemiş Mektup’ta da birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Sergei Urusevsky, görsel dillerini nefes kesici planların ve hayret verici kamera hareketlerinin yardımıyla kusursuz denebilecek bir seviyeye ulaştırır. Gerek ele aldığı dramatik temayı ele alış üslubu, gerek politik duruşu, gerekse görsel anlamda müthiş bir ustalık eseri oluşu Ben Küba’yı Kalatozov’un aynı anda politik, şiirsel ve hümanist olmayı başaran sinemasının olabilecek en iyi özeti haline getirir.