50’li Yıllarda: Sinema Yazarlığı Önceleri Cambridge’de tabiat bilimleri tahsili yapan Reisz, 50’li yılların başında sinemayla tanıştı. “Sequence” (Sekans) ve “Sight and Sound” (Görüntü ve Ses) adlı sinema dergilerinde eleştirmen olarak çalışırken Tony Richardson ve Lindsay Anderson ile tanıştı. Bu üç dergi yazan yazdıkları makalelerde kendi fikirlerine göre “tükenmiş İngiliz filmi”nin yenilenmesini istediler. Fransız “Nouvelle Vague” (Yeni Dalga) akımının öncülerinden farklı olarak, filme sübjektif öğelerin girmesi için propaganda yapmayıp, toplumun günlük gerçeklerini beyazperdeye yansıtan bir oyun tarzını savundular. Reisz gazetecilik çalışmalarının yanı sıra kurgucu olarak da çalıştı ve Gavin Millar ile birlikte “Sinemada Kurgu Tekniği” adlı mesleki bir kitap yazdı (1953).
1955-59: “Free Cinema”nın Film Projeleri Reisz 1955 yılında Tony Richardson ile birlikte ilk filmini çekti. Momma Don’t Allow Londra’da bir caz kulübündeki gençlerin belgesel bir portresi niteliğindedir. Bu yapıt diğer iki belgesel filmle birlikte 1956’da Londra’da National Film Theatre’in (Ulusal Sinema Tiyatrosu) ilk “Free Cinema” programında gösterildi. 1959’a kadar bu başlık altında beş program daha sunuldu. Bu filmlerde, orijinal mekânlarda çekilip fazla bir masraf gerektirmeyen günlük olayların rötuşlanmamış portreleri sunulmaktaydı. Bu filmler Reisz, Richardson ve Anderson’un, bunlarla aynı zamanda yayınlanmakta olan makalelerindeki taleplerine uygundu.
Reisz 1959’da We Are the Lambeth Boys (Lambeth Dansı Çocukları) adlı filmiyle Londra’da bir gençlik kulübüne ilişkin, ödül alan bir belgesel çevirdi. “Free Cinema” yönetmenleri aynı yıl içinde akımın sonunu ilan etmekle beraber, sonraki yıllarda temel fikirlerini, İngiliz film yapımcılığının kalkınmasına neden olacak olan, birçok uzun metrajlı filme de yerleştirdiler.
1960: Uzun Metrajlı Filmde “Free Cinema” Karel Reisz’in Saturday Night and Sunday Morning (Cumartesi Gecesi ve Pazar Sabahı, 1960) adlı ilk uzun metrajlı filmi, “Free Cinema” fikirlerinin hayali bir konuya uyarlanmasının örneğini oluşturdu. İngiliz yazarı Allan Sillitoe’nun aynı adlı romanından uyarlanan bu film, bir hafta sonunda sıkıcı günlük hayattan kaçan bir fabrika işçisinin (Albert Finney) yaşamından kesitler sunmaktadır. Reisz bu filmiyle, gözlem gücü açısından İtalyan Yeni Gerçekçi yapıtlarını hatırlatan bir tarzda, işçilerin dünyasını beyazperdeye yansıttı.
1963’te, yeniden Albert Finney’i başrolde oynattığı, Night Must Fail adlı filmiyle deli, dürtülerinin esiri bir katilin öyküsünü perdeye yansıttı. Reisz atmosferik ışık ve gölge efektleriyle olduğu kadar, süratli bir kurguyla da insan ruhunun karanlıkta kalmış yönlerinin kasvetli bir portresini üretti. Bu filmi, içeriksel ve biçimsel olarak o güne kadarki yapıtlarından çok farklı olduğu için, büyük bir ilgi uyandıramadı. Üç yıl sonra Morgan, a Suitable Case for Treatment (Protesto) adlı komedisi sinemalarda gösterime girdi. Reisz burada farsı araç olarak kullanarak genç bir ressamla toplum arasındaki bozuk ilişkiyi gözler önüne serdi. 1968’de çevirdiği Isadora ile, yüzyılın başında klasik bale stiline çıplak ayakla yaptığı dansla karşı gelen, modern dansın öncüsü Isadora Duncan’ın hayat hikâyesini beyazperdeye aksettirdi.
1974: Hollywood’un Çağrısı 70’li yılların ortasında Reisz’i fark eden ABD film endüstrisi, burada daha büyük bütçeli ve daha çok tanınmış oyuncularla film çekebileceğini söyleyerek yönetmeni cezbetti. Bu teklifi kabul eden Reisz, o gün bugündür yaşadığı ABD’ye giderek yerleşti. İlk Hollywood filmi The Gambler (Kumarbaz, 1974) oyun tutkusu yüzünden yıkılan bir kumarbazın dramıdır. 1977’de savaş karşıtı bir film olan Who’ll Stop the Rain/Dog Soldiers’ı (Yağmuru Kim Durduracak/Köpek Askerler) çevirdi.
Dört yıl sonra Reisz, başrollerde Meryl Streep ile Jeremy Irons’u oynattığı The French Lieutenant’s Wo-man (Fransız Teğmenin Kadını) adlı filmiyle Viktorya dönemi İngilteresi’nde yaşayan duyarlı bir kadının portresini çizdi. Everybody Wins (Herkes Kazanıyor, 1989) adlı polisiye filmde cinayet ve uyuşturucu ticareti söz konusudur. Fakat sonunda, Reisz de ABD’ye göçmüş olan pek çok diğer Avrupalı yönetmenin akıbetine uğradı, yani büyük bir başarı sağlayamadı. Her ne kadar yapıtları zanaat açısından herhangi bir eksiklik göstermese de, filmlerini 60’lı yıllarda ayrıcalıklı kılan yaratıcılığının, Hollywood sinemasının kusursuzluğu karşısında gelişmek yerine baltalandığı bile söylenebilir.