Ford, sessiz sinemadan sesli sinemaya geçişin önemli temsilcilerinden biridir. Bu dönemde büyük bütçeli filmler yapan Amerikan film endüstrisi John Ford’un katkıları ile birlikte sadece teknoloji ve üretim organizasyonu açısından değil, sinema dilinin gelişmesi açısından da büyük yol kat etmiştir. John Ford’un bu günkü sinema estetiğinin sağlanmasında çok önemli bir payı vardır. Bu durum onu birçok kişinin gözünde ‘Sinemanın babası’ konumuna getirmiştir.
John Ford çoğunluğu Western olmakta birlikte 140 film çekmiştir. 1917’den 1927’ye kadar 62 tane sessiz film yapan John Ford, 1928 yılında Mother Machree adlı filmiyle sesli filme geçiş yapmış ve 78 tane de sesli film çekmiştir. Bu filmler arasında savaş dönemi belgeselleri de vardır. Hatta bu belgesellerden ‘The Battle of Midway ve December 7th’ ile Oscar kazanmıştır. Çektiği filmlerin sayısı ve o dönemin koşulları göz önüne alındığında Ford’un olağanüstü çalışkanlıkta bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır.
‘‘İrlanda göçmeni on bir çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelen John Ford’un asıl adı Sean Aloysius Feeney’dir. Ford, Portland’da orta öğrenimi görüp, bir fabrikada işçi olarak çalıştıktan sonra, Hollywood’a giderek, oyunculuk ve yönetmenlik yapmakta olan ağabeyi Francis’in yardımcılığını yaparak sinemaya giriş yapmıştır. Burada kovboy filmleri yönetmeye başlamış ve adını Jack Ford olarak değişttirmiştir.’’ (Greelane, 2019) 30’a yakın filmini bu adla çeken Ford, bu sırada Griffith’in sinemasından etkilenmiş ve Griffith’in ünlü filmi The Birth of a Nation’da (Bir Ulusun Doğuşu) figüranlık bile yapmıştı.
John Ford’un Amerika’da dikkatleri üzerine çektiği ilk filmi Iron Horse (Demir At) filmi olmuştur. Eleştirmenler tarafından tam not alan bu film ülkenin iki yakasını birbirine bağlayan bir demiryolunun yapımıyla ilgilidir. Ford bu filmde ilerlemenin önünde durduğunu iddia ettiği Kızılderililere karşı sert bir tavır takınmış olsa da filmin anlatım biçimi, karakter gelişimi ve akıcılığı oldukça başarılıdır. Yönetmenin üslubunun gelişimini görme açısından bu film oldukça önemlidir. Çalışkanlığının yanı sıra, John Ford ile çalışan tüm aktörlerin ve yapımcıların onun hakkında hemfikir oldukları bir diğer özelliği ise ‘aşırı disiplinli ve titiz’ oluşudur.
‘‘Filmlerini gerçek mekanlarda, gerçek toz toprak içerisinde çekmeyi severdi ve hiçbir zaman storyboard kullanmazdı. Yeri geldiğinde tek bir sahne, tek bir hareket için bir hafta beklerdi. Yakın plan çekimlerden yıllar geçtikçe daha çok nefret etti, uzun planlara tutkundu ve kamera hareketlerinden mümkün olduğunca kaçınırdı.’’ (Anadolu, 2015, s. 1) John Ford’un disiplini üzerine Kemal Çipe’nin verdiği şu örnek de oldukça ilginçtir:
“Seyrettiğimiz, western filmlerinin ustası John Ford üstüne bir belgeselde herkes, tanıdığı kadarıyla, John Ford’u anlatıyordu. Belgeselde, ustayı, bir filminin bir sahnesini çekerken görüyoruz. Sette her şey hazır. Ford bir çekim için prova yaptırıyor. Klasik çerçevede, Western kasabasının şerifi, evinin önündeki verandada sandalyede oturuyor. Şerif ayak ayak üstüne attığı iki ayağını korkuluğa uzatmış, hafif geriye kaykıldığı için de sandalye iki ayağı üstünde dengede duruyor. Sonra karısı arkadaki kapıdan çıkıp geliyor, yanında duruyor ve bir şeyler söylüyor. Şerif biraz umursamaz, “hayır” diyor. Kadın biraz sinirlenip, dönüp gidiyor. Bir türlü olmuyor. John Ford çok prova yapan bir yönetmen değil ama bu planda onu tatmin etmeyen bir şeyler var. Bir-iki prova daha alıyor ama nafile. Bir şeyler eksik, ama ne? Ford Usta, yaklaşan yemek vaktini mazeret yapıp mola veriyor. Anlaşılan o ki yemekte biraz düşünecek. Yemekten sonra yine prova alıyor. Bir şeyler hala eksik. Çevresindekilere dönüp: “Bu durumda bir Amerikalı böyle “hayır” demez, böyle davranmaz. Bir fikri olan var mı?” diye soruyor. Birileri bir şeyler söylüyor ama usta onları beğenmiyor. Başka bir sahnenin çekimine geçebilir ama kafası takılmış bir kere; “Ben düşüneceğim, siz de düşünün. Paydos,” diyor. Sabah herkes hazır… Ama kendisi dahil kimse doğruyu hala bulamamış. Provalar yine işe yapamıyor. Ford, bir kez daha düşünmek için “mola” veriyor ve setin dışındaki araziye doğru yürüyor. Herkes bekliyor. Usta bir saat sonra, söz ile bir “hayır” dedirtmemek için, dünden beri görüntü ile aradığı cevabı (Amerikan’ca davranışı) bulmuş olarak sete dönüyor. Çekime hazırlanılıyor. John Ford şerifi oynayan erkek oyuncuya (Richard Widmark); “Kadın sözünü bitirince, iki ayak üstündeki sandalyenin pozisyonunu bozmadan ayaklarını değiştir” diyor. Çekilen sahneyi görüyoruz. Evet, kadın “hayır” cevabını almış oluyor!” (Çipe, 2011, s. 5-6)
John Ford genellikle Amerikan kültürüne dayalı filmler çekmiş ve bununla birlikte evrenseli de yakalayabilmiş bir yönetmendir. İlk Oscar ödülünü The Informer (Muhbir) ile alan Ford, bu ödülü daha sonra 3 defa daha alarak bir ilke imza atmıştır. Ford hala 4 kez Oscar alan tek yönetmen olarak geçmektedir. Oscar ödülü aldığı diğer filmler ise The Grapes of Wrath (1940), How Green Was My Valley (1941), ve The Quiet Man (1952)‘dir.
John Ford ağırlıklı olarak Western filmleri çekmiş ve bu türe yeni bir boyut kazandırmıştır. Onu tüm dünyaya tanıtan ve western türünü adeta baştan yaratan ilk filmi ise 1938 yılında çektiği Stagecoach’tır. (Posta Arabası) Ford bu film ile birlikte Western filmlerine tekrar giriş yapmış olur. Ford’un daha sonra çektiği Western filmlerindeki en önemli nokta ise Kızılderililere karşı tutumudur. Ford’un olgunluk dönemi eserlerinden biri olan The Searches (Çöl Aslanı) adlı filmde Kızılderililer ile yaşanan sorunlardan Amerikalıları sorumlu tuttuğu görülür. Bu filmin sonunda John Wayne’in[1] oynadığı karakterin bir dönüşüm geçirerek Kızılderililere katılan yeğenini kucaklaması buna örnektir. John Ford öncesinde Western filmleri Kızılderililere karşı aşırı ırkçı bir tutum sergilemekteydi. Ford ile birlikte -en azından sinemada- Kızılderililere karşı daha insancıl bir tutum sergilenmeye başlandı. Ford, filmlerinde salt kötü Kızılderili karakterleri çizmemiş, onların da iyisini ve kötüsünü çizmeye çalışmıştır. Bu tutumu o zamanlar için oldukça önemli, hatta devrimci bir tutum olarak okunabilir.
John Ford filmleri ağırlıklı olarak Amerika’nın kurulduğu ilk yıllara karşı bir özlem barındırır. Orta Çağ şövalyelerini andıran onurlu kovboylar Ford filmlerinin vazgeçilmezidir. Buna en iyi örnek ise The Man Who Shot Liberty Valance (1962) filmidir. Bu filmde iki kahraman vardır: John Stewart’ın canlandırdığı Kuzeyi temsil eden iyi eğitimli şehir beyefendisi ve John Wayne’nin canlandırdığı Güneyi temsil eden kovboy. İki kahraman da Güney’de terör estiren Liberty Valance karakterini dize getirmeye çalışırlar. Fakat bunu birbirine tamamen zıt yöntemler kullanarak yaparlar. John Stewart’ın karakteri Valance’yi vurduğu için ün ve ödül kazanıp “asıl kadın” ile evlenirken Valance’yi gerçekte vuran ‘asıl’ kahraman John Wayne’nin karakteri ise kimsenin hatırlamadığı bir kişi olarak kendi başına bir köşede ölür. John Wayne bir anlamda ölen Güney’in ve onun hayat anlayışının tam bir temsilcisidir. Modern hayat artık Güney’i de sarmaktadır. O eski, geleneksel yaşam artık yok olmaktadır.
John Ford’un geçmiş veya gelenekle olan bağını ifade eden bir diğer önemli filmi ise Oscar ödüllü The Grapes of Wrath (Gazap Üzümleri) adlı filmidir. John Steinbeck uyarlaması bu film birçok kişi için gelmiş geçmiş en iyi uyarlama film olarak yorumlanmaktadır. Ford bu filmiyle kapitalizme ve makineleşmeye dair büyük bir eleştiri getirir. Kapitalizmin köylüleri topraksız bırakarak göçe zorlamasını konu edinen bu filmin ana teması yitirilen insani ve toplumsal değerlerdir. Ford yine de umutlu bir final getirir bu filme, yeni bir Amerika inşa etmenin mümkün olduğunu ifade edercesine karakterleri mücadeleye sürükler. Tıpkı bir şövalye gibi…