Jane Campion yaşam yolculuğuna 1954 yılında Yeni Zelanda’da başlar. 21 yaşında ülkesinden ayrılır, İtalya’da, İngiltere’de ve uzun yıllar da Avustralya’da yaşar. İlk kısa filmi ile Cannes’da ödül alır. Piyano (1993) “En İyi Yönetmen” Oscar’ına aday gösterilir. Oscar’a aday gösterilen 5 kadın yönetmenden biridir (Diğerleri: Lina Wertmüller, Sofia Coppola, Kathryn Bigelow ve Chloé Zhao). Film “En İyi Özgün Senaryo” ve “En İyi Kadın Oyuncu” Oscar’ını alırken dünyaca tanınan bir yönetmen olmuştur artık. Yine aynı filmle Altın Palmiye’yi alan tek kadın yönetmen unvanını kazanır. Bu yıl The Power of the Dog ile de Oscar’da “En İyi Yönetmen Ödülü”ne kavuştu Jane Campion.
Filmlerinde genellikle kadın karakterlerin anlatıldığı öyküler vardır. Güçlü, sorunları olsa da bunları kendi istekleri doğrultusunda çözen ve topluma ters düşen karakterlerdir bunlar. Bir Kadının Portresi (1996), Kutsal Duman (1999), Tutku Esirleri (2003). Anlattığı hikâyeleri ya da uyarladığı romanı özellikle kadın gözünden anlatmayı yeğler Campion. Filmlerinin senaryolarını da kendi yazar. Alışık olduğumuz biçimde değil de farklı bir dil kullanır ve olayları yorumlayışında feminist bir bakış hissedilir.
Piyano 19. Yüzyılın ortalarında Yeni Zelanda’da geçiyor. Ada (Holly Hunter) babasının planladığı evlilik için piyanosu, eşyaları ve kızıyla adaya gelir. Ama müstakbel eşi Stewart (Sam Neill) piyanosunu sahilde bırakır. Aslında piyano Ada’nın sesidir, dilsiz olmamasına rağmen susmayı seçmiştir, onun kendini ifade etme aracıdır piyanosu. Aslında beyaz olan ama yerli dili (Maori) konuşabilen ve onlarla iletişimi iyi olan Baines (Harvey Keitel), Ada için piyanonun değerini fark eder ve kocası ile bir pazarlık yapar. Ada’nın piyano dersi vermesi karşılığında Stewart’a arazi verecektir. Böylece Ada, Baines ve Stewart arasındaki gerilimli hikâye başlar. Piyano, film ilerledikçe bir arzu nesnesi haline dönüşür. Teni tene değdirmeden, görüntülerle ve bakışlarla yaratılan erotizm yönetmenin özgün bakışının en önemli işaretidir. Ada ile Baines arasında oluşan yakınlığı hisseden hem iktidarın hem de Ada’nın sahibi en acımasız cezayı verir. Onun tek sesi olan piyanoyu çalamaması için parmağını keser. Ada, eril dünyanın görmezden geldiği kadınların simgesidir. Filmin metaforik anlatımı, feminist bakışı, görsel ve işitsel olarak yarattığı dünya unutulmazdır.
2009 yılında çektiği Parlak Yıldız’da başarılı bir dönem filmidir. İngiliz şair John Keats’in yaşamının son yıllarını sevgilisi Fanny Brawne’ı merkeze alarak anlatır. Yine kadını başkarakter yapar kadın gözüyle erkeklere bakar. John Keats 25 yaşında veremden ölmüştür ama bu kısacık yaşamına 3 şiir kitabı sığdırmıştır. Değeri sonradan anlaşılan bir şairdir. Film John Keats’in ölmeden önceki birkaç yılında (1800’lü yıllar) Fanny Brawne ile yaşadığı aşkı anlatır. Filmin senaryosu, Fanny Brawne’ın sakladığı ve ölürken oğullarına bıraktığı, John Keats’in aşk mektuplarından yola çıkarak oluşturulmuş, ismini de şairin “Parlak Yıldız” adlı şiirinden almış. Zamanından ilerde ve çağdaşlarından farklı olan Fanny, kendi giysilerini tasarlayan, modaya ilgi duyan bir genç kızdır. John’a olan aşkını saklamaz, onun için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır ve her ne pahasına olursa olsun aşkını yaşamak ister. John’un çevresi onu genç şairin ölümüne neden olmakla suçlarlar. Fanny John’un şiirlerini anlayamasa da anlamak için çaba sarf eder ve bu konuda John’dan kendine ders vermesini ister. Şairin yakın dostu Charles Brown’a göre ise şiir kadın işi değildir. Charles, Fanny’i küçümser ve John’u ondan uzaklaştırmaya çabalar.
Yönetmenin feminist bakışı karakterleri yorumlayışında belirginleşiyor. Bir kadın karakter olarak Fanny, erkek karakter kadar önemli olarak işlenmiş. Ayrıca yönetmen film boyunca Fanny’nin dikiş dikişini ince detayları ile göstererek, sıradan bir iş olan dikiş dikmeyi şiir kadar önemsediğini vurguluyor. İngiltere’nin buğulu yeşilliğini çok başarılı bir biçimde bize hissettiren görüntü yönetmeninin ve dönemi çok güzel bir biçimde yansıtan sanat yönetmeninin filmin başarısında katkıları oldukça fazla. Parlak Yıldız, aşkı ve şiiri yapmacık bir duygusallığa düşmeden öyle güzel işliyor ki seyircinin yüreğine olduğu kadar aklına da sesleniyor. Sonuçta da “işte aşk filmi böyle olur” dedirtiyor.
Parlak Yıldız’dan sonra uzun yıllar sinema filmi çekmez yönetmen. 2013-2017 yılları arasında Avusturalya ve Yeni Zelanda’da 8 bölümlük bir televizyon dizisi çeker (Top of the Lake). Ardından 2021 yapımı The Power of the Dog filmiyle sinemaya dönüş yapar ve Venedik Film Festivali’nde Gümüş Aslan’ı ve Altın Küre Ödülleri’nde de En İyi Film Ödülü’nü alır.
Yine bir kitap uyarlaması ve dönem filmi çekmiş Jane Campion. The Power of the Dog, Tom Savage’ın 1967’de yazdığı aynı adlı romandan uyarlanmış ‘roman gibi’ bir film.
Film, Western filmlerini anımsatan bir atmosferde ve 1925 Montana’sında geçse de bambaşka konulara odaklanıp western kalıplarını kırıyor. Sineması çoğunlukla kadın dünyasında geçen ve erkeklere oradan bakan yönetmenin bu filmi erkek karakterleri üzerinden ‘toksik’ erkekliğe ve bunun gizli kalan yönlerine bakıyor.
İki kardeşin çiftliklerinde beraber yaşarken hayatlarına bir kadın ve oğlunun girmesiyle evlerinde değişen dengeleri izliyoruz. Birbirinden çok farklı iki kardeştir Phil ve George. Phil (Benedict Cumberbatch) sert mizaçlı, saldırgan ve tam bir kovboy özentisi içindedir. Gerorge (Jesse Plemons) ise içe kapanık, duygusal biridir. Giyimleri bile farklılıklarını vurgular. George kendi gibi duygusal olduğunu hissettiği Rose (Kirsten Dunst) ile evlenecek ve Phil’in ‘erkeklik’ kalıplarına uymayan oğlu Peter (Kodi Smit-McPhee) ile çiftliğe gelecektir. Kurduğu düzenin bozulabileceğini ve iktidarını kaybedebileceğini fark eden Phil, Rose ve oğluna çiftliği dar etmek için elinden geleni yapar. Melankolik Rose bu psikolojik baskıya dayanamaz ve alkole sığınır.
Peter’in Rose için önemini fark eden Phil ona yaklaşır ve her ne kadar onun ‘erkeklik’ ölçütlerine uymasa da çiftlik hayatına onu adapte etmeye çalışır. Amacı Rose’u yalnız bırakmaktır. Ama yürüyüşü ve vücut diliyle ilk bakışta ‘eşcinsel’ olarak yaftalanan Peter’ın gerektiğinde ne kadar acımasız olabileceğini bazı sahnelerle bize gösterir yönetmen. Phil’in sert ve saldırgan tutumunun ardında sakladığı bastırılmış arzularını farkına varan ve filmin başında “Annemin mutluluğu için her şeyi yaparım” diyen Peter, Phil’in sonunu zekice hazırlar.
Bütün filmlerinde arzuyu tenleri birbirine değdirmeden kullandığı imgeler ve ayrıntılarla anlatabilen Campion bu filminde de bunu çok başarılı bir biçimde kullanmış. Oyunculukların, filmin müziğinin (Jonny Greenwood) ve görüntülerinin (Ari Wegner) kusursuzluğunu da vurgulamak gerekli.
Kimi filmleri eleştirmenlerce yerden yere vurulsa da Jane Campion’un sinema dilini, anlatım tarzını ben her zaman sevmişimdir. Çok iyi görüntü ve sanat yönetmenleriyle çalışır ve sonuçta ortaya başarılı filmler ve dönem uyarlamaları çıkar.