Çok erken yaşta ilk eşi olan Peggy Lynch ile evlendi ve henüz 21 yaşındayken baba oldu. Bu evliliğinden olan ilk kızı Jennifer Chambers ‘Blue Velvet’ filmiyle babasının yanında başladığı asistanlık yaşamına yönetmen olarak devam ediyor. En bilinen filmiyse ülkemizde ‘Helena’yı Sarmak’ adıyla gösterilen ‘Boxing Helena’. Lynch uzun zamandır editörü Mary Sweeney ile birlikte yaşıyor. Küçük bir de çocukları var. Bir ara (1980’lerde) Isabella Rossellini ile bir ilişkisi olduğu da yönetmenin özel hayatı hakkında bilinenler arasında.
Filmlerinde gerçekliğe farklı bir boyut katan Lynch, çıktığı yolculukta insan kimliğinin doğasını araştırırken izleyiciyi kendi bilinçaltının sinematik yansımasıyla tanıştırıyor. 56 yıllık yaşamı boyunca dokuz uzun metraj filme imza atan sanatçı bunların üçüyle en iyi yönetmen dalında Oscar’a aday olmayı başardı.
“Sinemanın asıl büyüsü, gücü; içgüdülerle hissetmekte, insanların tuhaf ve unutmayacakları bir hisle filmden ayrılmalarını sağlamakta yatıyor…” diyen yönetmen ilk çıkışını 70’lerin başından itibaren üzerinde çalışmaya başladığı ve 1977’de tamamladığı “Eraserhead” ile gerçekleştirdi. Yönetmenin bilinçaltına itilmiş babalık korkularını su yüzüne çıkardığı ve çoğu izleyici tarafından “fazlasıyla tuhaf” bulunan kabus havasındaki film, kısa sürede sürrealistik kült film mertebesine yükseldi.
1984’te ‘Fil Adam’ın başarısıyla doğan şansı değerlendiren yönetmen, 45 milyon dolar gibi o tarih için devasa bir bütçeyle “Dune”u çekti. Sonuç ne yazık ki fiyasko oldu. Öyküsünden çok dekor tasarımlarıyla ilgilendiği ve yaratıcılık egosunu tatmin etmeye çalıştığı için beğenilmeyen ve zarar eden filmin ardından bambaşka ama yine karanlık sularda yüzmeye karar veren Lynch, 1986 yılında 80’li yılların en iyi üç filminden biri olarak kabul edilen “Blue Velvet — Mavi Kadife”yi çekti. O ana kadar yaptığı en kişisel film olan “Mavi Kadife”, ona ikinci en iyi yönetmen Oscar adaylığını getirdi.
Zaman içinde kült film olarak anılan bu filmin ardından çektiği ve Nicolas Cage ile Laura Dern’in oynadığı karanlık, şiddet dolu bir yol öyküsü olan ‘Wild At Heart’la 1990 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. Aynı yıl televizyon için çektiği “Twin Peaks — İkiz Tepeler”, büyük bir izleyici topluluğu kazandı ve daha sonra dizinin beyaz perde uyarlaması da yapıldı. Bu arada ‘İkiz Tepeler’ 28 Nisan Pazar günü CNBC-e ekranlarında ‘gişe filmleri’ kuşağında gösterilecek.
1997’de “The Lost Highway [Kayıp Otoban] ile bir kez daha tuhaf ve rahatsız edici tarzını konuşturdu ve anlaşılması güç bir film olarak eleştirmenlerden karışık tepkiler aldı.
1999’da ise “The Straight Story” ile bir kez daha herkesi şaşırtmayı başardı. Ancak Richard Farnsworth’e en iyi erkek oyuncu Oscar adaylığı kazandıran film, pek çok eleştirmen ve hayranına göre yönetmenin tarzından çok uzaktaydı.
Lynch, 2001 yılında çektiği Mulholland Drive ile karanlık tarzına geri dönüyordu. İlk etapta televizyon projesi olarak düşünülen yapım, gecenin bir yarısı Mulholland Çıkmazı’nda yaşanan, gizemli trafik kazasıyla açılıyordu. Kazadan sağ kurtulan esmer bir kadın, başına aldığı darbeler nedeniyle hafıza kaybı yaşıyor, adını bile hatırlayamıyordu. Can havliyle sığındığı evin sakini Betty’le sıcak bir ilişki kurmaya başlayan bu talihsiz dişi, yeni arkadaşının yardımıyla zihnindeki parçaları birleştirmeye çalışıyordu. Geçmişe doğru yapılan keşif sayesinde büyük sırların da kapıları açıyordu. İçinden çıkılmaz, kara bir döngü ikisini de yutacaktı.
Mulholland Drive yapı ve izlenilen yol bakımından Lost Highway’le benzerlikler taşımaktaydı. Ürkütücü bir kılıfa geçirilmiş alternatif evren ve karakter yaratma süreci burada da devredeydi. Düş ve gerçek dünyanın sınırları son derece geçirgendi; somut ve soyut katmanlar birbirine karıştığından olay kurgusu zorlayıcı bir hal alıyordu izleyici için. Hikayeye yerleştirilen metafor ve imgeler önceki hiçbir Lynch filminde bu kadar fazla olmamıştı. Mulholland Drive, sırlarını açığa çıkaran ipuçlarını daha en başından veriyor olsa da Inland Empire ile beraber yönetmenin en dağınık eseriydi. Öykünün ucu açık simgeleri hakkında hala yorumlar yapılmaktadır. Mulholldan Drive’ın başarısı Oscar ve Altın Küre adaylıkları ile ödüllendirildi. Cannes Film Festivali jürisi ise Lynch’i, Joel Coen ile beraber senenin en iyi yönetmeni seçti.
Tam yeri gelmişken, yönetmenin aşina olunan karmaşık kurgu takıntısı Inland Empire’ın (2006) kalbiydi. Lost Highway ve Mulholland Drive’ın temelindeki düş dünyası ve alternatif evren/kimlik sorunsalı burada da devam ediyordu ancak oluşan form çok daha karmaşıktı. Havada kalan soruların ve kopuk bağlantıların sayısı oldukça fazlaydı. Bunun sebebi Lynch’in filme bir metin hazırlamamış ve tüm sahneleri çekmeden hemen önce yazmış olmasıydı. O nedenle her plan başka bir film haline geliyordu. Sahnelerin birbirleriyle olan bağlantılarını yakalamak güçtü.
David Lynch’in filmlerinde belirli bir kurgu yoktur, böyle bir özellik aranmaz. Yönetmen metaforlara ve paradokslara bağlı simgesel anlatımlar benimser. Fikirlerini dümdüz bir tren rayına oturtmak yerine şifreler içinde gizler ve izleyicisine dekoder görevi yükler. Hikayeleri bilinçaltı ve üstünü mesken edindiğinden kurgudaki tüm öğeler gerçek ve zahiri evrenler arası bir geçiş niteliği taşırlar. Düş ve yaşam birbirine karışır. Bu nedenle anlatılanı kavramak zorlaşır. Yönetmenin tüm karakterleri özgün oldukları kadar ürkütücüdürler. Özellikle kadınlar son derece baskın, rahatsız ve sivri yapıdadırlar. Hangi virajlara sapacağı önceden kestirilemeyen anlatılardaki klostrofobik ambiyans ve hipnotize edici müzikler, güçlü gerilim fırtınaları estirir. Yönetmenin eserlerine dair kesin olan bir şey varsa o da hiçbir filmin psikolojinizi Lynch’inkiler kadar bozamayacağıdır.
David Lynch Sinemasında Psikanalitik Ögeler
Klasik estetiğin ve özellikle Kant’ın doğada, uyum ve güzellik gördüğü yerde Lynch simgeleştirilemez, travmatik bir unsur görür. Mavi Kadife’de doğanın ortasında bulunan kulak ya da İkiz Tepelerde aynı doğanın içinden çıkan, parçalanmış bir ceset gibi. Ya da Mulholland Cıkmazı’nda güzel, sarışın bir kadının şiddetinin vurgulanması buna bir örnek teşkil eder. Böylece eski olan (travmatik şiddet) ile yeni olan (sahte bir uyum / yanlış tanıma) arasındaki diyalektik ilişkiyi öznenin fantezisinden, ruhsal gerçekliği içerisindeki çoğul karakterinden yola çıkarak çözümler ve burada ortaya konulan, kimi zaman Baba’nın içi boş, iktidarsız söylevi ve hıncıyken (örneğin Mavi Kadifede Frank ya da Kayıp Otoban’da Dick Laurent gibi) diğer yandan, özellikle öznenin en incelikli, hümanist davranışlarının gerisine gizlenmiş bir biçimde, “Onun asıl ruhunu oluşturan bir mahpus dönenir durur: Faşist…” (Mavi Kadife’de Jeffrey’nin Dorothy’e vurduğu zaman duyduğu zevk; Vahşi Duygular’da Sailor ile Lula’nın sevişme sahnelerinin ürkütücülüğü gibi). Klasik estetiğin bu uyum ideasını bozma yönündeki girişim; yani yanlış-tanımaya son verme ve gerçek ile yüzleşme yönündeki sinema estetiği, aynı zamanda kendisini oluşturan temelleri de sorgulama nesnesi haline getirir. (Bakır, 2008)
David Lynch sineması diğer sinemalara nazaran hemen ayırt edilebilir. Mesela ilk göze çarpanlardan biri hiç kuşkusuz ki garip kamera açıları. Oda içerisinde uzakta ve alışılmaşın dışında bir açıda yerleştirdiği kamerası bazen tepede bir güvenlik kamerası açısndan (Lost Highway), bazen bir kristal küremsi açıdan (Wild at Heart) görüntü alır. Bunda Lynch’in temel sanat eğitimini resim üzerine almasının da büyük etkisi vardır. Bu nedenle filmleri birer hareket eden tablo olarak da tanımlanabilir ki; bu tanımlamayı bizzat kendisi de yapmaktadır. The Short Films of David Lynch’de ilk filmini de bu niyeetle kotardığını anlatır bizzat kendisi. Sahne geçişlerini ise sıklıkla fade-out’lar ile verir. Bu bazen o denli kesindir ki, daha sahnedeki oyuncunun repliği tam manasıyla sona ermeden bir sonraki sahne için ekran kararır. Karanlık ve aydınlık üzerinde de pek çok oyun barındırır filmleri. Zaten siyah beyaz olan ilk iki filmi dışında, renkli çektiği filmleri de bu seçişmden nasiplerini alırlar. Lost Highway ve Blue Velvet filmlerinde kara film görselliğinden çoğu kez yararlanır. Bazen bu karanlık atmosfer akıl karmaşının ve anlaşılmazlığın da gösterilmesi için yardımcı olur.
David Lynch filmleri semboller ve metaforlarla doludur. Zaten anlaşılmazlığın en büyük sebebi de belki budur. Blue Velvet’in açılış sekansındaki metafor çok iyi bir örnektir. Jeffrey Beaumont’un babası bahçeyi sularken bir kalp krizi geçirir. Burada; bir yerlere takılan ve suyu aktaramaz hale gelen su hortumu, adamcağızın kan damarını simgeler. Boru takıldığı için suyu pompalayamaz hal gelirken, adamın kan damarı da tıkanmış ve bir kalp krizine neden olmuştur. Lynch’in en çok kullandığı görsel kodların başında duman gelir.
Duman, Lynch için bir son, ölüm ya da tehlikeyi sembolize ederken, bazen daha ielri giderek insanın kendine verdiği zararın ve hatta intiharın yerini tutar. Eraserhead’de Henry Spencer silgiye dönüştükten sonra etrafını bir duman kaplar. Bu onun artık sona yaklaştığının ifadesidir. The Elephant Man filminde ana kahraman John Merrick’i sürekli bir duman takip eder. Öyle ki, Fransa’dan İngiltere’ye gelirken bindiği buharlı gemideki ve sonrasında bindiği trendeki duman bile onun bu dumandan kaçışının olmadığının ifadesidir. Wild At Heart’ta ise duman sigara dumanı olarak karşımıza çıkar. Sailor ve Lula sürekli sigara içerler ve hatta bir sahnede ana babalarının sigaradan öldüğü üzerine bir muhabbete girerler.
Benzer şekilde kullandığı bir diğer görsel kod ise elektriktir. Elektrik imgesi, Lynch filmlerinde yaşamı simgeler diyebiliriz. Eraserhead’de Henry Spencer bebeğini öldürdüğünde odadaki ampuller söner. Blue Velvet’te Jeffrey Frank Booth’u öldürdüğünde, yine odadaki ampuller patlar. Twin Peaks: Fire Walk With Me’de, Teresa Bank öldürüldüğünde katil televizyonu kırar ve televizyondan kıvılcımlar çıkmaya başlar. Laura Palmer ise öldürülmeden önceki günlerinde odasında mavi elektrik akımı benzeri ışıklar görür. Bunun benzeri ışıkları Lost Highway filminde, ana karakter hapishane hücresinde dönüşüm geçirmeden önce de görürüz.
Kırmızı perdeler ise neredeyse her Lynch filminin olmazsa olmazıdır. Eraserhead’de radyatörün arkasındaki sahnede, The Elephant Man’de panayırda, Blue Velvet filminde Dorothy’nin dairesinde ve Slow Club barındaki isahnede, Blue Velvet’te pek çok mekanda, Lost Highway’de Fred ve Renee’nin dairlerinde, Mulholland Drive’da ise Betty’nin mekanda gizemli bir şeylerin varlığına işaret eder.
Yine trenler ve demir yolları da, tekin olmayan ve tehlike dolu yerlerdir yönetmenin dünyasında. Eraserhead’de tren yolunun yakınında azgın köpekler görürüz. Bu tren yolu üzerinden trenler geçerken, X ailesinin evini sallarlar ve elektriklerinin gidip gelmesine neden olurlar. Elektriklerin gidiip gelmesi ise, daha önce belirttiğim üzere yaşamın sına ermesini temsil ederler. The Elephant Man’de John Merrick bir trene binip İngiltere’ye döndüğünde, tren garında onu linç edip öldürmek isteyen bir güruh ile karşılaşır. Twin Peaks: Fire Walk With Me’de de nihai cinayet, terk edilmiş bir tren yolundaki tren vagonlarında işlenir.
Tüm bu öğelere bakıp, filmlerini bir daha incelediğimizde David Lynch’in en büyük derdinin saf iyilik ve katıksız kötülük arasında geçen savaş olduğu çıkarımını yapabiliriz. Bu ayrımı da, karanlık ve aydınlık gibi bir ayrımla görselleştirir yönetmen.
Utku Gençer Gediz
www.medium.com'dan alınmıştır.