Parçalanmış Aileler
Bob Rafelson’ın filmografisinde yönetmenin ikinci filmiyle başlayıp 90’ların sonunda noktalanan gevşek bir üçlemenin kilit bir yeri var. Aslında 1968 yapımı Head hem Rafelson’ın ilk uzun metrajı olması, hem de yönetmenin Jack Nicholson ile tüm kariyeri boyunca sürecek işbirliğini başlatması sebebiyle önemli bir film. Ancak bugün Bob Rafelson ismi en azından bir grup sinemasevere tanıdık geliyorsa, bunun nedeni büyük ihtimalle Jack Nicholson’ın en ikonik performanslarından birini verdiği Beş Kolay Parça’dır (Five Easy Pieces, 1970). Head’in senaryosunu birlikte yazan Nicholson ve Rafelson, Beş Kolay Parça’yla, ilk ortaklıklarının haberciliğini yapmadığı bir tarza yöneldiler. Gösterime girdiğinde izleyicilere alışık olmadıkları bir deneyim sunan filmin en şaşırtıcı yönü, öyküsünün çoğu filmde “es” olarak algılanabilecek bölümler üzerinden akması, aynı zamanda tüm sakinliğine rağmen karakterlerin kendi içlerinde ve birbirleriyle yaşadıkları çatışmaları, bu çatışmaların yarattığı gerginliği izleyiciye sezdirebilmesiydi. Bu dengenin kurulmasında karakterinin şefkatini ve öfkesini bir arada yüzünde taşıyabilen Jack Nicholson’ın payı oldukça büyük. Rafelson’ın Beş Kolay Parça’da benimsediği sinema anlayışı, izleyiciyle arasındaki anlaşmayı hikâyedeki şaşırtıcı gelişmeler yerine karakterler üzerine kurduğu için oyuncular, karikatürleşmeyen gerçek karakterler yaratma fırsatı buluyorlar. Beş Kolay Parça seyircisini öncelikle gerçekleşmeyenler aracılığıyla şaşırtıyor: Nicholson’ın oynadığı Bobby son derece zengin bir ailenin geçmişinden çok uzakta sıradan bir yaşam sürmeye çabalayan oğlu. Ama filmin ilk bölümünde Bobby’nin ailesiyle ilgili hiçbir şey öğrenmiyoruz; bu yaşamın tanıdıklığını bozacak, neden Bobby ve sevgilisi Rayette’in yaşamlarına tanıklık ettiğimizi açıklayacak gelişmelerden kaçınıyor Rafelson. Daha sonra Bobby ailesinin yanına gittiğinde, yıllardır görüşmediği babasıyla yüzleştiğinde ya da kardeşinin sevgilisiyle ilişkiye girdiğinde de Rafelson’ın sakinliği sürüyor, yönetmen dramatik etkisi güçlü olabilecek olayları vurgulamamaya özen gösteriyor. Filmin aynı anda hem huzurlu hem de rahatsız edici olabilen etkileyici finali de neredeyse hiçbir şeyin olmadığı uzun bir plandan oluşuyor. Beş Kolay Parça’nın sakinliği üzerine biraz kafa yorduğumuzda ise, bir öykü oluşturmuyormuş ya da oluşabilecek bir öyküyle ilgilenmiyormuş gibi görünen tüm sahnelerin karakterler hakkında ne kadar çok şey söylediğini fark ediyoruz. Bobby’nin kardeşinin sevgilisiyle ilişkisi yıllardır aşamadığı sevgisizliğini, yalnızlığını hissettiriyor izleyiciye; oldukça asabi, hatta kaba sayılabilecek bu adamın içten içe çevresindekileri sevebilmek istediğini, kendi tatminsizliğinin ona acı verdiğini görüyoruz babası ve kız kardeşiyle konuşmalarında.
Beş Kolay Parça’nın tamamlayıcısı The King of Marvin Gardens’ın (1972) merkezinde de parçalanmış bir aile, aile bireylerini birbirlerinden uzaklaştıran hedefler ve giderek daha hüzünlü hale gelen bir buluşma var. Nicholson filmde artık kimse kitap okumadığı için monologlarını teybe kaydeden bir radyo programcısını oynuyor, David insanlarla iletişim kurmayan, iletişimsizliğinden sıyrılmaya pek de gönüllü olmayan bir karakter. David’in bir ada satın almaya kararlı kardeşiyle bir araya gelmesi ise hikâyenin çıkış noktasını oluşturuyor. Beş Kolay Parça gibi The King of Marvin Gardens da öyküden bağımsız sahnelere yer veriyor, karakterlerine odaklandığını daha filmin açılışında David’in oldukça kişisel monologlarına yer vererek belli ediyor. Rafelson hikâyeyi ilerletmek için acele etmeyip denizin, gökyüzünün, büyük otellerdeki boş koridorların görüntülerine yer veriyor, kışın soğuk renklerinin hüznünün tüm filme yayılmasını sağlıyor. The King of Marvin Gardens da yaşananlar ya da söylenenlerden çok karakterlerin arasındaki belli belirsiz gerginliklerin önem kazandığı bir film; David’in kardeşinin sevgilisi ve onun üvey kızı arasında tuhaf bir çekişme var örneğin. Amerikan bağımsız sineması içinde Beş Kolay Parça’nın açtığı yolu takip eden The King of Marvin Gardens’ın öncülünden ayrıldığı en temel nokta ise bu filmde karamsarlığın dozunun artması ve durağanlığın yerini daha baskın bir melankolinin alması.
Kuşkusuz Beş Kolay Parça ve The King of Marvin Gardens’ı ilintileyen tüm bu noktalar, Rafelson’a döneminin yönetmenleri arasında ayrıcalıklı bir konum kazandırıyor, yönetmenin filmlerini 70’lerin sinemasal eğilimlerinin habercileri haline getiriyor. Bu durumun yan etkileri de yok değil aslında; Rafelson’ın filmleri çekildikleri dönemin izlerini taşıdıkları için genel anlamda bir bütünlük taşımıyorlar. Örneğin 1987 yapımı Kara Dul (Black Widow, 1987) miras için evlendiği erkekleri öldüren bir kadının öyküsünde 80’li yılların Fatal Attraction sonrası muhafazakârlığının izlerini taşıyor. Benzer şekilde film noir kalıplarıyla oynayan filmler 90’ların ikinci yarısıyla birlikte popüler hale geldiğinde ise Rafelson alternatif bir noir denemesine imza atıyor. Oldukça tempolu ve şaşırtıcı bir öykü anlatan Kan ve Şarap’ı (Blood and Wine, 1996) esas ilgi çekici kılan ise kara filme yaklaşımından çok yönetmenin 70’lerde çektiği filmlerle benzeştiği noktalar.
Aslında bir şarap satıcısının elmas bir gerdanlığın peşine düştüğü sürprizi bol bir macerada Beş Kolay Parça’nın sakinliğinden ya da The King of Marvin Gardens’ın hüznünden eser yok, ancak Rafelson bu filmin parçalanmış aileler üzerine bir üçlemeyi tamamladığını söylüyor. Bu açıdan bakınca Kan ve Şarap’taki karmaşık aile ilişkilerini anlamlandırmak mümkün oluyor, böylece Nicholson’ın karakterinin oğlu ve eşiyle arasındaki sorunların, iletişimsizliklerinin neye hizmet ettiği netleşiyor. Nicholson’ın filmde babayı oynaması da filmler arasındaki güçsüz bağları bir nebze de olsa kuvvetlendiriyor, böylece üçleme boyunca Nicholson, aile içi çekişmelere ve iletişimsizliğe farklı pencerelerden bakan üç karakteri (oğul, kardeş, baba) de canlandırmış oluyor.
Kan ve Şarap
Kan ve Şarap izleyicisine belirgin bir baş karakter sunmuyor ve birden fazla koldan akıyor, bu nedenle yönetmenin eski filmlerinden ziyade 90’larda ortaya çıkan, beklenmedik gelişmelerin birbirini izlediği, her karakterin sıradışılıklarını vurgulayan sıfatlarla nitelendirildiği tür kırmalarına yakın duruyor. Rafelson sinemasını incelenmeye değer kılan şeyin özeti aslında Kan ve Şarap; günümüz sinemasına aitmiş gibi görünürken kendinden çok farklı filmlerle, 70’lerin bambaşka bir yaklaşımla çekilmiş bağımsızlarıyla bir arada düşünülebilecek bir noir bu. Belki de üçlemenin tamamını zamanın oluşturduğu sadelik/oyunbazlık ikilemini yok sayan bir köprü olarak görmek mümkün; sonuçta atmosferleri ne kadar farklı olursa olsun üçlemenin ilk iki parçası da dağılmış ailelerin öykülerinden yola çıkmaları ve 90’larda noktalanan bir akışı başlatmaları sebebiyle Kan ve Şarap’a eklemleniyor.
Üçleme Sonrası
Bob Rafelson Kan ve Şarap’tan sonra sadece pek beğenilmeyen Dashiell Hammett uyarlaması Türk Caddesindeki Ev’e (The House on Turk Street, 2002) imza attığı ve uzun zamandır sinema filmi çekmediği için unutulmuş bir isim. Yönetmenin kariyerinin hemen başında çektiği filmleri aradan yıllar geçtikten sonra izlemek ve bugüne bıraktıkları mirasın izini sürmek, izleyiciyi oldukça şaşırtıcı noktalara götürüyor, bu nedenle Rafelson’ı yeniden keşfetmek sinemaseverler için ilgi çekici bir deneyim olabilir. İlk bakışta ilintisiz görünen filmler arasındaki ortaklıklar, ne kadar muğlak olurlarsa olsun (belki tam da bu yüzden), Rafelson filmlerinden alınacak keyfi de artırıyor.
Bu yazı, "Altyazı" Dergisi'nin Kasım 2009 tarihli 89. sayısında yayımlanmıştır.