8 Haziran 2022
246 Okunma
Kenji Mizoguchi’nin sinemasıyla, onun film yaptığı 1920’lerden 1950’lerin sonuna kadarlık dönemdeki Japon sineması arasında paralellikler kurulabilir. Özellikle sessiz ve erken dönem filmlerinde Japon gelenekler sanatlarından ve geleneklerinden etkilenen bir sinemacılardan biridir Mizoguchi’de. Fakat II. Dünya Savaşı’nın ardından Japonya’da yaşanan “özgürleşme” hareketi, ülkenin yönetmenleri de Batı ile buluşmaya, filmlerini yurt dışı festivallerinde göstermeye başlamıştır. Bu konuda kapıyı, Rashomon ile Venedik’te Altın Aslan Akira Kurosawa’nın açtığı söylenebilirse de Mizoguchi Japonya’da bir sinema dilinin ve mirasının oluşmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Öyle ki Kurosawa onun, Japon yönetmenler içinde en çok hayranlık duyduğu yönetmen olduğunu ifade eder.
II. Dünya Savaşı’nın yarattığı değişimi ya da geçmiş çağlarda yaşanmış trajedileri konu alır Mizoguchi genellikle. Bu olgular üzerinden, insan denilen varlığın dış etmenlerle nasıl dönüştüğünü ya da yıprandığını gözler önüne serer. Bunu yaparken de önceliği kadın karakterlere verir her zaman. Japon toplumu tarihin her döneminde erkeğin baskın olduğu bir yapıya sahiptir ve Mizoguchi gibi sosyal duyarlılıklarla insan psikolojisi arasındaki sıkı bağa odaklanan bir yönetmen, cinsiyetler arası eşitsizliği, daha doğrusu erkeklerin aldığı kararların kadınları nasıl etkilediğini konu edinir hemen hemen tüm filmlerinde. Lakin Mizoguchi’nin kadın karakterleri pasif bir duruma mahkûm değildir, sorumluluk alırlar ve aksiyonlarının sonuçlarıyla yüzleşmeye her zaman hazırlardır. Bu filmlerdeki trajedi de kökenini tam buradan alır zaten. Kadınlar varlıklarını gösterecek şekilde konumlansalar da erkek egemen düzen onları çepeçevre sarar ve neredeyse geçit vermez. Mizoguchi’nin altılarının bu yoğunluğu, teknik beceriyle de desteklenmiştir. Onun uzun planlarla bezeli, kameranın karakterleri takip ettiği, adeta havada süzüldüğü filmleri bu tercihlerle şiirsel bir ton da kazanır. Bu özellikleriyle Japon sinemasının en önemi yönetmenleri arasında kolaylıkla sayabileceğimiz Kenji Mizoguchi’nin mutlaka izlenmesi gereken beş filmini derledik.
Yönetmenin bugün ulaşılabilinen ender sessiz filmlerinden biri olan yapım, Batı’da The Water Magician adıyla bilinir. Film, adını merkezindeki “su sihirbazı” kadın karakterden alır. Yaptığı numaralarla saygı gören ve bir kumpanyada çalışmakta olan bu kadının hikâyesi, sınırlı bir maddi güce sahip arabacıya âşık olmasıyla bambaşka bir yöne sapar. Bu genç adamı hukuk fakültesine sokmaya söz veren kadının işleri gelen kışla birlikte bozulunca, bu aşk hikâyesi de trajik bir hâl alır. Taki no shiraito, Mizoguchi’nin kariyerinin devamından, özellikle de son döneminde çektiği ve onun tanınmasını sağlayan teknik tercihlerden uzak durur. Uzun planları, kayan kamerayı göremeyiz bu filmde. Lakin merkezinde, güçlü bir kadın bir karakter bulundurması ve anlatıyı onun tercihleri üzerinden şekillendirmesi, bu yapımı Mizoguchi sineması denince akla gelen şeylerin ilkel bir örneğine dönüştürür.
Saikaku Ihara’nın romanından uyarlanan Saikaku ichidai onna, Japonya’nın ataerkil düzenini etkilerini birebir yaşayan kadınların hikâyelerine odaklanan Mizoguchi’nin, doğrudan bu temaya odaklanan en önemli filmlerinden biri şüphesiz. Film; kameranın, sonrasında ana karakter Oharu olduğunu anlayacağımız bir kadını karanlık sokaklardaki yürüyüşünü takip edişiyle başlar. Devamında bu takip sekansı, bu kadının hayatını takip edeceğimiz bir anlatıya açılır kronolojik bir geriye dönüşle. Oharu, gençliğinde kendinden sınıfsal anlamda daha alt düzeyde bir erkeğe âşık olur ve bu sebeple sürgün edilir. Bu Oharu’nun bir seks işçisi olmasıyla sonlanacak trajedisinin başlangıç noktasıdır. Saikaku ichidai onna, toplumun dışına itilmiş bir kadını tüm hayatı boyunca takip eder; kamera ana karakterinin başına gelenlerden etkilenmişçesine ağır hareket eder, acelesi yoktur. Oharu kadrajda kaldıkça, düzenin kadına yaşattıkları perdeden taşarak seyirciye de sirayet etmeye başlar. Teknik ve anlatısal başarısını yanında film, Mizoguchi’nin Batılı seyirciler ve sinema camiasınca fark edilmesine neden olan eseridir denilebilir. Öyle ki bu tarihten sonra ustanın çekeceği filmler özellikle Venedik Film Festivali’nde büyük başarılar kazanacaktır.
1953’te Venedik Film Festivali’nde, Altın Aslan için yarışan ve Gümüş Aslan ödülüne layık görülen Ugetsu monogatari -ki film Türkiye’de Yağmurdan Sonraki Soluk Ayın Öyküleri gibi “fantastik” bir isimle gösterilmiştir-, yalnızca Japon sinemasının Batı’da duyulmasını sağlamamış, uzun yıllara yayılan köklerinin ne derece sağlam olduğunu da gözler önüne sermiştir. Hatta daha sonra sinema tarihine damga vuracak Antonioni ve Bergman gibi ustalar sürekli olarak bu filmi referans gösterirler, ismini anarlar. Hem bir savaş draması hem de bir hayalet hikâyesi olan Ugetsu monogatari, akıl almaz bir beceriyle çekilmiş plan sekanslarıyla teknik anlamda tam bir gövde gösterisidir. Mizoguchi’nin kariyerinin 50’lerle birlikte başlayan ikinci baharında çektiği başyapıtlarından biri olan yapım, zenginlik ve şöhret uğruna bir yolculuğa çıkan iki köylünün hikâyesini anlatırken yönetmenin sinemasının sosyal gerçekli yönünü, rüyavari bir tonda aktararak sinema tarihinde özel bir konuma oturur.
Orta Çağ Japonya’sındayız. İdealist bir yönetici, üstlerinin emirlerine karşı geliyor ve bunun sonucunda sürgüne gönderiliyor; geride eşi ve iki çocuğu kalıyor. Sanshô dayû, geride kalanların bu konumuna karşı çıkmalarını ve annenin iki çocuğunu yanına alarak sürgündeki eşini ziyaret etmek için yola koyulmalarını anlatır. Fakat, dönemin şartları bu yolculuğu olabildiğince zorlaştırır ve aile fertlerinin arasındaki mesafeyi alabildiğine açar, iş köle tacirlerine satılmalarına kadar varır. Karakterlerin huzurlu hayatlarından, birbirlerinden, hatta akli dengelerinden kopuşlarını muhteşem bir şekilde görselleştiren, akışkan kamera hareketleriyle yaratılmış plan sekansların, bir kez daha Mizoguchi’nin alameti farikası olarak karşımıza çıkar. Lakin burada bu görsel dili tasarlayan ve Mizoguchi ile birlikte Japon sinemasının diğer usta yönetmenleriyle de çalışmış görüntü yönetmeni Kazuo Miyagawa’nın adını anmak gerek. Sanshô dayû, insan psikolojisinin en nahif noktalarından, en karanlık dehlizlerine çıkılmış ve sosyal şartlarla dönüştürdüğü bir yolculuk gibi olmasının yanından, sinema perdesinde anlatılmış en büyük trajedilerinden biridir.
Esinini yüzyıllardır anlatılan ve gerçek olaylara dayandığı söylenen bir hikâyeden alan Chikamatsu monogatari, seyirciyi, evlilik dışı ilişkinin cezasının çarmıha gerilmek olduğu günlere götürür. Nüfus sahibi bir matbaacının eşi ile bir çalışanı arasında filizlenen aşk hikâyesini merkezine alır. Son derece masum bir olay üzerinden suçlanan çift, yaşadıkları şehirden kaçmak zorunda kalır ve bu kaçış sırasında aralarında ilişki daha da dallanıp budaklanır tabiri caizse. Bu bağlamda bir Chikamatsu monogatari, Mizoguchi usulü bir “kaçak aşıklar” anlatısı olarak da değerlendirilebilir. Lakin yönetmenin insan ruhunun derinliklerini açık eden stili bu anlatıyı çok özgün noktaya konumlandırır, öyle ki Akira Kurasawa bu seriyi, “sadece Mizoguchi’nin çekebileceği dev bir başyapıt” olarak niteler. Bu yapım aynı zamanda usta yönetmenin, Venedik’te art arda kazandığı başarılardan sonra Cannes Film Festivali’ne sıçrama yaptığı film olarak da öne çıkar.
www.filmloverss.com’dan alınmıştır.