17 Kasım 2022
215 Okunma
Sinemayla kurduğumuz ilişki imajlarla olan ilk karşılaşmamızda başlar. Bir izleyici olmadan, sinema kültürüne herhangi bir katkıda bulunamayacağımız aşikârdır. Hâliyle mesleki tüm sıfatlarından önce, sabık bir sinema aşığı ve bir sinefil olan François Truffaut’nun yeri, ait olduğu devasa izleyici grubunun gönlünde apayrıdır. Çünkü Truffaut, şöhretini yönetmenliğine borçlu olsa da, izleyici koltuğundaki yerini oturduğu hiçbir iktidar koltuğuna (yönetmen, senaryo yazarı, festival jürisi vs.) tercih etmemiştir kariyerinin sonuna dek.
Çocuk yaşında ailesinin tüm baskısına rağmen okulla değil sinemayla daha çok ilgilenen, yedi yaşından itibaren yalnız başına filmlere giden, 14’ünde okulu bırakıp çalışmaya başlayan, 15’indeyse bir sinema kulübü kuran François Truffaut, kötü geçen çocukluğunun ve bunun müsebbibi olan ailesinin eksikliğini daha büyük bir aileye üye olmak suretiyle gidermiş, hep gündüz düşleri kuran bir çocuk olarak kalabildiği, geniş sinefiller ailesinin bir ferdi olmayı seçmiştir. Bizzat kendi babası tarafından polise teslim edilen, askere gitmeyi reddettiği için polisle başı derde giren Truffaut’nun gençlik yıllarında imdadına yetişen, Fransız eleştirmen André Bazin olur. Bazin, Truffaut’nun kendisini mensubu saydığı geniş sinefiller ailesindeki baba figürlerinden biridir esasında. Tıpkı daha sonra kendisini bir evlat olarak görmelerini arzu ettiği, bu minvalde bir yaklaşım sergilediği ustaları Roberto Rossellini ve Alfred Hitchcock gibi. Bazin sayesinde Truffaut filmlere analitik yaklaşmayı öğrenir, eleştiri metinlerinin, yazının gücüne kapılır. Filmler üzerine yazmak, fikir üretmek gibi bir alan açılmıştır önüne. İlk sinema yazıları 1953 yılında, Fransa’da bugün de yayınlanan, sinemaya yön veren en önemli yayınlardan biri olan Cahiers du cinéma’da yayınlanır. Burada sonradan yoldaşı (bazen de hasmı) hâline gelecek Jean-Luc Godard’la tanışır. Buradaki bir grup sinema yazarı ve yönetmenle birlikte sinemayı sonsuza dek değiştiren Fransız Yeni Dalgası’nın başlangıcında rol oynar.
Sinema yazarlığını büyük bir ciddiyetle yaparken, film çekmenin neye benzer bir deneyim olduğunu anlayabilmek için giriştiği kısa filmleri Une visite (1955) ve Les mistons (1957) sonrasında yönetmenliğe daha da ağırlık verir. Çocukluk deneyimlerinden yola çıkarak çektiği, sonradan Yeni Dalga’nın en önemli eserlerinden biri olarak anılacak olan 400 Darbe – Les quatre cents coups ilk filmi olur. Ergenliğe adım atmak üzere olan bir çocuğun öyküsüne odaklanan film, Truffaut’nun aile yaşamından birçok iz taşır. Yönetmen, henüz ilk filmiyle Cannes Film Festivali’nde büyük ses getirir ve o dönem Yabancı Dilde En İyi Film olarak anılan En İyi Uluslararası Film kategorisinde de Oscar adayı olur. François Truffaut, kariyeri boyunca sinema üzerine olan düşüncelerini, karakteriyle, yaşam öyküsü ve kişisel deneyimleriyle harmanladığı filmlere imza atar. Yeni Dalga’nın yanı sıra, sinemanın yönetmenin sanatı olduğunu, yönetmenlerin de yazarlar, ressamlar gibi filmlerin asıl sahipleri olduğunu vurgulayan auteur teorisini filmlerinde çeşitli şekillerde tartışır. Genç sayılabilecek bir yaşta, sadece 52’sindeyken hayata vedan eden Truffaut’nun harika bir kariyeri olduğunu söyleyebiliriz gönül rahatlığıyla. İlk uzun metrajlı filmi 400 Darbe’den, son çektiği 1983 yapımı Neşeli Pazar – Vivement dimanche!’a kadar neredeyse vasat tek bir filme bile imza atmaz. Her biri, çektiği tür, tartıştığı mesele ve ele aldığı hikâye açısından belirli bir bağlama oturan, yenilikçi modern klasiklere dönüşür. Çektiği filmler haricinde, senaryosuna katkıda bulunduğu Serseri Aşıklar – À bout de souffle, Mata Hari gibi filmlere de damgasını vurur. Böylesi bir kariyere başlangıç için nasıl bir film seçileceği de şüphesiz güçtür. Ancak Truffaut’nun ikinci filmi olmakla beraber sinema tutkusunun zirve noktasını temsil eden ve modern tabirle aşkın bir film olan Unutulmayan Sevgili – Jules et Jim şahane bir başlangıç olacaktır.
Truffaut’nun sinefil kimliğini ve sinemaya bir yönetmen olarak duyduğu tutkuyu aynı potada eriten müthiş bir klasik olarak Jules et Jim, sinemanın en çok referans verilen, en popüler başyapıtlarından da biri. Kariyerinde orijinal senaryoları kadar, roman uyarlamalarına da rastladığımız yönetmenin Henri-Pierre Roché’nin kitabından uyarladığı film, uzun yıllara yayılan üçlü bir arkadaşlığı, bu arkadaşlık çerçevesinde gelişen bir aşk hikâyesini anlatır. Başrollerinde yer alan Jeanne Moreau, Oskar Werner, Henri Serre de yönetmenin sinemasına aşina olmak isteyen bir sinefilin tanışmasının elzem olduğu simalardır. Bilhassa Jeanne Moreau ve Oskar Werner, Truffaut’yla daha sonra da birçok filmde birlikte çalışan yıldız isimlerdir. Moreau, yönetmenin bir nevi alter egosu kıvamındaki oyuncusu Jean-Pierre Léaud’un yanına düşünmeden ekleyebileceğimiz olmazsa olmaz bir Truffaut filmi figürüdür. Yeni Dalga’nın taze fikirlerini, klasik sinemanın anlatısıyla birleştiren (hatta bunun için eleştiriler de alan), Georges Delerue’nün melodileriyle, demiryolu köprüsü gibi hafızalara kazınan sahneleriyle film, yönetmenin en iyileri listelerinde hâlâ zirveye oynamaktadır. Kariyerine dair birçok unsuru aynı potada eritiyor olması açısından da başlangıç için iyi bir seçenektir. Zira François Truffaut, yeni anlatım yollarının mümkün, başka bir sinemanın ulaşılabilir olduğunu savunur. Ancak geçmişin hor görülen hikâye anlatıcılarının da sinema sanatının önemli parçaları olduğunu düşünen bir yönetmendir o. Bu bağlamda Jules et Jim, yönetmenin sinemaya dair birçok fikrinin mükemmel bir bileşeni gibidir.
60’lı yıllara Jules et Jim’le başlayan, Yumuşak Ten – La peau douce (1964), Siyah Gelinlik – La mariée était en noir (1964), Çalınan Buseler – Baisers volés (1968), Evlenmekten Korkmuyorum – La sirène du Mississipi (1969) gibi harika filmlerle yoluna devam eden yönetmen, 70’lere Vahşi Genç – L’enfant sauvage (1970) ile girmiş, sinemasal dünyasında tutkuya, çocukluk korkularına, insan ilişkilerindeki kırılgan noktalara olan ilgisini artık ustalık seviyesinde bir anlatıyla izleyiciye aktarmaya başlamıştır. 1973 yılında çektiği La nuit américaine işte böyle bir on yılın peşinden gelmiş olması hasebiyle önemlidir ve Truffaut’nun en olgun, en ustalıklı anlatılarından birine dönüşür. Sinema dünyasının bir parçası olmadan önce filmlere, yönetmenlere, aktrislere, bu dünyanın büyüsüne ne kadar büyük bir ilgi ve merak duyuyorsa, bu dünyanın bir parçası olduğunda da merakını gizleyemez François Truffaut. Jacqueline Bisset ve Jean-Pierre Léaud’un başrollerini paylaştığı filminde bu dünyadaki kişisel deneyimlerinden yola çıkarak “Je vous presente Pamela” adlı bir filmin yapım hikâyesine odaklanır. Kariyerinde güçlüklerle boğuşan bir yönetmenin (bizzat Truffaut’nun canlandırdığı Ferrand) çektiği bu filmin yapım serüveni sırasında yaşanan krizler üzerinden Truffaut bir yandan seyri keyifli bir hikâye sunarken bir yandan da auteur teorisindeki tezini savunan bir tavır sergiler. Truffaut’ya En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo kategorilerinde Oscar adaylığı getiren filmdeki performansıyla Valentina Cortese de En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu kategorisinde Oscar adaylığı kazanmıştır. Film yönetmenin yirmi yıla yaklaşan kariyerinde geldiği noktayı sergilemesi açısından önemlidir. Truffaut’nun kariyeri boyunca çektiği filmlerde nasıl bir arayışın içinde olduğunu, izleyiciyle nasıl bir iletişim kurmayı tercih ettiğini anlayabilmemiz için ip uçları içerir. Bu nedenle de filmografisini kavrayabilmek namına izlenmesi elzem bir filmdir.
Yönetmenin 60’lı yıllarda yükselişe geçen, neredeyse altın yıllarını yaşadığı bir kariyer ivmesi olduğunu söylemiştik. Kendisinden miras kalan filmografisindeki yıldız eserlerden biri olan Fahrenheit 451 son derece başarılı bir distopya filmidir. Bununla beraber Truffaut filmografisinin en ayrıksı filmlerinden biri olduğunu ve bu nedenle Truffaut’nun dünyasına girerken Fahrenheit 451’i izlemenin yanlış bir tercih olacağını belirtmek gerekir. François Truffaut bu film öncesinde, tür sinemasına yakınsayan Siyah Gelinlik – La mariée était en noir gibi bir filme imza atmıştır, kariyerinin devamında da tür sinemasının çeşitli örneklerinden, tıpkı ustası, mentoru olarak gördüğü Alfred Hitchcock gibi asla uzaklaşmayacaktır. Ancak Fahrenheit 451 gibi politik nosyonu çok daha ağır basan böylesi bir film de yapmayacaktır sonrasında. Ray Bradbury’nin ünlü romanından sinemaya uyarlanan filmde Truffaut, kitapların yasak olduğu, kitap bulundurmanın, okumanın suç kabul edildiği bir gelecekte geçer. Bu dünyada kitapları yok etmekle görevli bir itfaiye eri günün birinde görevini sorgulamaya başlar. Doğru şeye inanıp inanmadığı, hayatında doğrunun yanında olup olmadığı konusunda aklı karışır… Başrolde yönetmenin favori oyuncularından Oskar Werner’in yer aldığı filmde Julie Christie ve Cyril Cusack gibi önemli isimler de rol alır.
Murat Emir Eren
www.filmloverss.com’dan alınmıştır.