23 Şubat 2024
72 Okunma
Üçüncü Sinema’nın ve politik belgeselciliğin efsanevi isimlerinden Fernando E. Solanas 6 Kasım 2020'de, COVID-19 tedavisi gördüğü Paris’te hayatını kaybetti. Altmış yıllık sinema hayatı boyunca teoriden pratiğe, belgeselden kurmacaya her alanda emek veren Solanas’ın ilk filminden sonuncusuna en büyük takıntısı ise mücadelesi, çelişkileri, zenginliği, sefaleti, işçileri ve entelektüelleriyle Arjantin’di.
Son nefesine kadar kamerayı elden bırakmamış, sinema tarihi içinde filmografisiyle sınırlandırılamayacak kadar geniş yer kaplayan bir sinemacıyı koronavirüs bir hamlede aramızdan alıverdi. Daha iki sene önce Berlin’de, ulusaşırı şirketlerin tarım alanında yarattığı devasa tahribatı konu alan son belgeseli Zehirli Köylere Yolculuk’un (Viaje a los Pueblos Fumigados, 2018) gösteriminde sahneye çıkmış, militan enerjisinden bir şey kaybetmediğini göstermişti. Sonlara doğru filme kendisini de dâhil ediyor, marketten alıp yediği sebzelerin içindeki zehirli maddeleri tespit etmek üzere tahlil yaptırıyor ve vücudunda anormal miktarda kimyasal bulunduğunu öğreniyordu. Birkaç yıl geçmeden, dert edindiği bu yağmacı düzenin kaçınılmaz sonucu olarak gelen salgında kapacağı virüsle hayata veda edeceği herhalde hiç aklından geçmemişti.
Fernando E. Solanas, altmış yıla yayılan sinemacılık hayatı boyunca teoriden pratiğe, belgeselden kurmacaya, yönetmenlikten yapımcılığa mesleğin her alanında uğraş vermekle kalmadı, 1960’ların sonunda kurucusu olduğu Grupo Cine Liberación kolektifiyle birlikte film izleme pratiğini de dönüştürmeye çalıştı. Octavio Getino’yla birlikte gerçekleştirdiği ilk uzun metrajlı film –kelimenin tam anlamıyla uzun; 260 dakika!– olan Fırınların Saati’nin (La Hora de los Hornos, 1968) sunumlarında seyircileri seyirci konumundan çıkıp aktif katılımcı olmaya teşvik ettiler. Fabrikalarda, sendikalarda, üniversitelerde çoğu gizli yapılan gösterimlerde, mekâna üzerinde Frantz Fanon’un filmde de alıntılanan sözünün yazılı olduğu bir banner asılıyordu: “Her seyirci ya korkaktır ya da hain!” Ve her bölüm bittiğinde ara verip seyirciler arasında tartışma açılıyordu.
Daha çok, büyük festivallerde ödüller kazanarak geniş gösterim olanağına kavuşan iki kurmaca filmiyle, Tangolar (Tangos: El Exilio de Gardel, 1985) ve Güney’le (Sur, 1988) zihinlere kazındı Solanas, fakat özünde belgeselciliği ağır basan bir sinemacıydı. Kanonik militan bir belgeselle başladığı kariyerini yine öfkeyi ve umudu diri tutan güçlü belgesellerle noktaladı. Sonraki tüm filmlerini unutsak bile, politik sinemanın en radikal ajitprop belgeseli olarak tarihe geçen ilk filmine bakarak Solanas’ın ardında bıraktığı mirasın büyüklüğünü görmek mümkün. Patricio Guzmán’a göre Fırınların Saati belgesel türünün kaderini değiştirmişti; “O andan itibaren belgeselcilerden beklenen sözde nesnellik iddiası hükmünü kaybetti, öznel bakış merkezî bir konum kazandı” demişti Guzmán bir söyleşisinde.
Arjantin’in Direniş Cepheleri
Tarih kitaplarının anlattığı üzere Macellan ve eşliğindeki sömürgeci kâşifler Arjantin kıyılarına ilk yanaştıklarında akşam saatlerinde ufukta sıra sıra yanan ateşler (yerlilerin büyük ihtimalle yemek yapmak için açıkta yaktığı ocaklar/fırınlar) görmüş, o yüzden bölgeye ‘Ateş Ülkesi’ (Tierra del Fuego) adını vermişti. Küba’nın ulusal şairi José Marti, buna istinaden “Şimdi fırınların saatidir ve görülmesi gereken sadece onların ışığıdır” diye yazmıştı. Che Guevara da 1966’da Havana’da düzenlenen Tricontinental Konferansı’na Bolivya dağlarından yolladığı mektupta bu sözü alıntılamıştı. Solanas ve Getino’nun filmi, ismini işte bu cümleden alır.
Yönetmenliğe başlamadan önce reklam filmleri çekerek kazandığı parayla elde kamera Arjantin’i boydan boya kat eden Solanas ve ekibi, diktatörlüğe karşı direnen işçiler, köylüler, entelektüeller, öğrenciler ve devrimcilerle buluşmuş, çekimler yapmış, filmi bir anlamda onların kolektif emeğiyle ve direnişlerinin parçası olarak gerçekleştirmişti. Üç bölümden oluşan filmin alt başlığı içeriğini de özetliyordu: Yeni Sömürgecilik, Şiddet ve Özgürlük Üzerine Notlar ve Tanıklıklar.
“Ortak bir geçmişe, ortak bir düşmana ve ortak bir imkâna” sahip bir “açlık coğrafyası” olarak Latin Amerika’nın özgürleşme mücadelesine adanmış ama odağına esas olarak Arjantin’i alan bu destansı filmin ilk Avrupa gösterimi, Mayıs ’68 isyanının tam üzerine denk gelir: Haziran 1968’de Pesaro Film Festivali’ndeki galada, Solanas’ın anlatımına göre, sahnenin iki yanına Arjantin bayrakları asılır, karşı tarafa aynı sloganın (Fanon’dan alıntılanan “Her seyirci ya korkaktır ya da hain”) yazılı olduğu 10 metrelik bir bez gerilir ve ilk bölümün ardından, ‘Özgürlük İçin Eylem’ başlıklı ikinci bölüm başlamadan önce Üçüncü Dünya ülkelerinden devrim şarkıları, marşlar çalınır. Film izlemenin meditatif bir ayine dönüştürüldüğü günümüz festivallerinde böyle bir eylem herhalde festivalden atılmaya sebep olurdu! Bilakis Fırınların Saati Pesaro’da büyük ödülü kazanacak, ardından birçok başka festivali dolaşacaktı.
Üçüncü Sinema’ya Doğru
Bütün bu deneyimler ve gözlemlerin üzerine, Solanas ve Getino meşhur ‘Üçüncü Sinemaya Doğru’ manifestosunu kaleme alır. 1969’da dönemin devrimci enternasyonal dergisi Tricontinental’de yayımlanan manifesto, özetle Hollywood ticari sineması ile aynı endüstriyel yapıya bağımlı olan Avrupa sanat (auteur) sinemasına alternatif olarak üçüncü bir sinema tarifi yapar. Hito Steyerl, bir makalesinde Fanon’un ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ kitabına referansla ‘Perdenin Lanetlileri’ (The Wretched of the Screen) kavramını kullanmıştı; ‘Üçüncü Sinemaya Doğru’ manifestosu tam da perdenin lanetlilerinin sinemasını yapmaya çağırıyor ve bunu kültürün sömürgesizleştirilmesinin bir gereği olarak görüyordu. Hem filmde hem de manifestoda adı sıkça anılan Fanon’un sömürgecilik karşısındaki tutumunun benzerini, kültürel düzeyde Solanas ve Getino egemen sinema sektörüne karşı öneriyordu.
‘Üçüncü Sinemaya Doğru’ manifestosu perdenin lanetlilerinin sinemasını yapmaya çağırıyor ve bunu kültürün sömürgesizleştirilmesinin bir gereği olarak görüyordu.
İkili 1971’de Peron üzerine yaptıkları iki belgeselde, Peronizmin özündeki sömürge karşıtlığının altını çizerken İspanya’da sürgünde olan liderle röportaj yapmayı da ihmal etmezler. Solanas’ın, Getino’suz ama yine Grupo Cine Liberación’la birlikte yaptığı ilk kurmaca filminin, José Hernández’in ünlü bir şiirinden yola çıkan Los Niños de Fierro’un (1975) yapım süreci ülkedeki siyasi çalkantılar ve artan baskılar yüzünden sık sık kesintiye uğrar. 1955’te koltuktan indirilen Peron’un bir kez daha iktidara yürüyüşünü hazırlayan işçi hareketini, diktatörlüğün hareketi ezme çabalarını ve buna karşı örgütlenen direnişi anlatan filmde amatör oyuncular ve gerçek direnişçiler rol alır. Çekimleri zar zor tamamlanan filmin negatif kopyaları 1975’te Almanya’ya kaçırılır.
Ardından 1976’da Peron’u iktidardan tekrar indiren askerî darbeyle yeni bir baskı dönemi başlar. Sağcı milislerin peşine düştüğü Solanas yer altına geçer ve bir süre sonra yurtdışına çıkar. Kameraya alınan direnişçilerin hayatını riske etmemek adına Los Niños de Fierro, 1978’de Cannes’daki özel gösterim dışında seyirciyle buluşamaz. Ülkesinde, çekiminden ancak on yıl sonra, demokrasiye geçişin ardından gösterim şansı bulur.
Tango Eşliğinde Sürgün Hikâyeleri
Solanas, diktatörlüğün düşüşünden hemen sonra ülkesine dönme şansı elde etse de, kariyerinde yeni bir dönemin başlangıcı olan bir sonraki filmini Fransa’da gerçekleştirir. Buraya ilk geldiğinde ona kucak açan yapımcı Patrick Lemarie’ye ve aynı yerde tanışıp arkadaş olduğu kendisi gibi sürgün Yılmaz Güney’e adadığı Tangolar’da Paris’e sığınmış bir grup Arjantinli sanatçı, tangonun efsanevi yıldızı Carlos Gardel’e ithafen bir gösteri hazırlamaya çalışır. Bir yandan gösterinin provalarını izlerken bir yandan da bu insanların geçicilik üzerine kurulu hayatlarına, ülkeleriyle bağlarını koruma çabasına, yabanda, sevdiklerinden uzak olmanın acısına ve diri tutmaya çalıştıkları umuda tanıklık ederiz. Astor Piazzolla’nın müziğiyle ve dansla beslenen bu alabildiğine hüzünlü, düşsel, şiirsel hikâyenin ardından bu sefer kamerayı içerideki sürgünlere yönelterek Latin Amerika sinemasının başyapıtlarından birine imza atar. Güney, “kendi yurdunda sürgün” olanlara, ülkede kalıp hayatları kökten değişen, yıllarını hapiste geçiren muhaliflere odaklanır. Buenos Aires’te geçen hikâye, diktatörlüğün sonuna doğru içeriden çıkmış bir devrimcinin artık kendisine yabancı bu şehirdeki ilk gecesini anlatır. Geçmişin sisleri arasında belirip kaybolan hayaletlerin, yitip gidenlerin, yenilginin melankolisinden sıyrılıp kaldığı yerden devam etmek onun için kolay değildir ancak hayata tutunmak zorundadır. Sisli geceden sabaha, ölümlerden ve zindanlardan özgürlüğe doğru çıkılan bu yolculuk, diktatörlükten demokrasiye geçmeye çalışan ülkenin yolculuğu gibidir. Yine tangoyla yoğurulmuş, insanın yüreğine bıçak gibi saplanan hüznüyle Güney, Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü alarak Solanas’ın en başarılı filmi olur. Yeri gelmişken, ekonomik kamplaşmanın coğrafi karşılığı olarak, kuzey/güney çelişkisi bağlamında bugün siyasi literatürde yaygın olarak kullanılan ‘güney’ ifadesinin, Solanas’ın bütün filmlerinde başat bir kavram olduğunu hatırlatalım.
Ardından yaptığı Yolculuk’ta (El Viaje, 1992) Arjantinli bir gencin, önce ülkesinde sonra Guevara’nın motosikletle yaptığı tura benzer biçimde, Latin Amerika boyunca bisikletle çıktığı yolculuğu anlatır. Latin Amerika’nın kader ortaklığını ve dayanışma özlemini yansıtan, egzotik görüntülerle bezeli bu yol filmi öncekiler kadar ilgi göremez ve Solanas bir süre sinemaya ara verip siyasete atılır.1 Son kurmaca filmi Bulutlar’daysa (La Nube, 1998) ise kültürün yerini paraya bıraktığı bir dünyayı anlatır. Alışveriş merkezi yapılmak üzere satışa çıkarılan kamuya ait bir tiyatronun oyuncuları, umutsuz bir şekilde yıkıma direnmeye çalışır.
Militan Belgeselciliğe Dönüş
2001’de Arjantin’de yaşanan derin ekonomik krizin ardından Solanas yüzünü tamamen belgesele çevirir. Son on beş yılda, devlet destekli vahşi kapitalizmin ülkede yol açtığı ekonomik ve sosyal yıkımı, başka bir deyişle ilk filminde cephe aldığı neoliberal politikaların iflasını, halka ödetilen ağır faturayı ve nihayet buna karşı verilen mücadeleyi anlattığı sekiz filmlik bir belgesel külliyatına imza atar: Yağma Anıları (Memoria del Saqueo, 2004), Hiç Kimselerin Onuru (La Dignidad de los Nadies, 2005), Argentina Latente (2007), La Próxima Estación (2008), Tierra Sublevada: Oro Impuro (2009), Tierra Sublevada: Oro Negro (2011), La Guerra del Fracking (2013) ve Zehirli Köylere Yolculuk.
Her biri ayrı ayrı ele alınmayı hak eden bu filmleri tek paragrafta özetlemek gerekirse: Bir avuç zengine çalışan ve dünyayı bugünkü hâline getiren vahşi kapitalizmin, özelleştirme furyasının, yolsuzluğun, doğal kaynakları arsızca yağmalayan neoliberal sömürü düzeninin Arjantin’deki pratiklerini, ama aynı zamanda buna karşı koyanların direnişini, ülkedeki yaratıcı potansiyeli ve dayanışma geleneğini muhtelif başlıklar altında ele alan politik belgeseller. Yağma Anıları’nda kendi sesinden aktardığı gibi, “Fırınların Saati’nde teşhir edilen derin yoksulluk, 90’lardaki neoliberal kıyımın habercisiymiş sadece!” dedirten bir çağın belgeleri.
Serinin son filmi, 2018’de Berlinale’de izlediğimiz Zehirli Köylere Yolculuk, Arjantin’de tarım endüstrisinin kullandığı kimyasallarla zehirlenen toprağı ve insanları konu alıyor. Solanas bir kez daha ülkeyi kasaba kasaba dolaşarak, Monsanto gibi çokuluslu dev şirketlerin yol açtığı çevresel felaketleri, soya bitkisi ekmek üzere yok edilen ormanları, bunun için yerinden edilen yerli halkları, uçaktan tarlalara serpilirken evlerin ve okulların üzerine düşen pestisidleri ifşa ediyor.
Seyirciye ulaşan son belgeseli buydu fakat yönetmenin gitmeden önce hazırladığı bir sürpriz daha varmış. Çekimleri tamamlanmış, post prodüksiyonu pandemiye takılan son bir belgesel bırakmış bize: Endüstriyel balıkçılık ve okyanuslar üzerine üç yakın ahbap (sinemacı Fernando ‘Pino’ Solanas, ressam Luis Felipe ‘Yuyo’ Noé ve Bulutlar’da da oynayan tiyatrocu Eduardo ‘Tato’ Pavlovsky) arasındaki sohbetlerden oluşan Tres en la Deriva del Caos (2020). Önümüzdeki dönemde umarız festivallerde izleyebileceğimiz bu filmle birlikte, Solanas ölümünden sonra da bize seslenmeye devam etmiş olacak.
Eleştirmen Luciano Monteagudo’ya göre, onun sinemasını ve mücadelesini bir kelimeyle anlatmak gerekseydi o kelime ‘Arjantin’ olurdu; mücadelesi, çelişkileri, zenginliği, sefaleti, işçileri ve entelektüelleriyle Arjantin, ilk filminden sonuncusuna kadar en büyük tutkusu ve takıntısıydı. Solanas’ın hepimize bu kadar dokunmuş olması, filmlerinde ülkesini dünyanın merkezi kılmayı başarmasındandır belki; tıpkı yereli evrensel kılmayı bilen bütün iyi sanatçılar gibi. Sonuçta her coğrafyada farklı saatlerde yakılsa da, fırınların ateşi dünyanın her yerinde aynı ışığı yansıtır.
NOT
1 Fernando ‘Pino’ Solanas sinemacılığa paralel olarak 1990’lardan itibaren siyasette de kayda değer bir kariyer yaptı. Carlos Menem’i sert şekilde eleştiren demeçleri yüzünden tehditler aldı, neredeyse hayatına mal olacak bir silahlı saldırıya uğradı. 1992’de senatör seçimlerinde aday oldu, o yıl kazanamadıysa da ertesi yıl eyalet meclisine girdi ve 1997’ye kadar bu görevini sürdürdü. 2007’de bu sefer devlet başkanlığına aday oldu. 2009’da senato üyeliğine seçildi. 2013-2019 arasında da Buenos Aires senatörü olarak görev aldı, özellikle ekoloji ve kadın hareketine büyük destek verdi. Kürtajın yasaklanma girişimine karşı 8 Ağustos 2018’de parlamentoda yaptığı etkileyici konuşmayla (“En varlıklı kesim güvenli kürtaja erişim olanağına sahipken, yoksulların enfeksiyon ve ölüme mahkûm edildiğini gayet iyi bilen yönetici sınıfın bu riyakârlığına son verelim!”) gönüllerde taht kurdu. Solanas son olarak, Arjantin’in UNESCO elçiliği görevini yürütüyordu.
Necati Sönmez
www.altyazi.net’den alınmıştır.