1. Yeni Bir Ses
Fransız olmayan yeni bir dalga, İngiliz olmayan bir kitchen sink, Üçüncü Dünya’dan olmayan bir Üçüncü Sinema ya da Bergman olmayan bir İsveçli… Kariyeri boyunca adı birçok yakıştırma ya da benzetmeyle anılan Bo Widerberg için en rahat söylenebilecek şey İsveç sinema tarihinin gördüğü en büyük değişimin başını çektiği olacaktır. 1950’li yıllara denk düşen yirmili yaşlarını romanlar ve öykü kitapları yayımlayarak geçirirken sinemaya duyduğu ilgiyle eleştiri ve makaleler kaleme almaya başlaması bu değişimin fitilini de ateşledi. 1960 yılına geldiğinde Ingmar Bergman artık tüm dünyada sinema çevrelerince tanınmıştı ve Malmölü bu genç adam kendi dilinin dünya tarafından o filmlerdeki temsiliyle görülmesine fazlasıyla öfkeleniyordu. Camdan baktığında gördüğü İsveç, Altın Palmiyeler alan İsveç’e hiç de benzemiyordu. Yazdığı eleştirilerden tatmin olmayan Widerberg’in sahaya inişi de bu döneme denk geliyor. Henüz ikinci uzun metrajı Kuzgun Çıkmazı’nın (Kvarteret Korpen, 1963) yazar olmak isteyen genç kahramanı Anders, Stockholmlü yayıncıları kastederek “Eğer sesimizi duyurmazsak bizi nasıl anlayabilirler?” diye bağırırken yeni İsveç sinemasının sesini duyuyoruz.
2. Dala Atı Bergman
“Ülkemizin dünyaya açılan Dala Atı”, Ingmar Bergman için belki de dünyada sadece Widerberg’in kullanabileceği bir yakıştırmaydı. 1960’ta yazdığı ‘İsveç Sinemasında Vizyon’ başlıklı meşhur eleştirinin yeni bir sinema akımının başlangıcı olacağını düşünmemiş olabilir ancak yazının ayrıntılarına baktığımızda ileride benimseyeceği dilin tüm kodlarına ulaşmak mümkün. İsveç’in en turistik hediyelik eşyasının, Dalarna bölgesine ait kırmızı ahşap oyuncak atların Bergman’la eşleştirilmesi bir tebessüm yaratsa da, Widerberg’in dikkat çekmek istediği nokta hem yerel hem de uluslararası kimliğin temsiliydi. Yazıda Bergman’ın sinemasını “sürekli aşağıdan yukarıya ya da yukarıdan aşağıya sorular yönelten dikey bir dile sahip olmakla” eleştirip İsveç toplumunun birey ile Tanrı arasındaki ilişkidense “yatay bir sinemaya” ihtiyaç duyduğunu, yatay düzlemde insanın insana çarpacağı bir dilin gerekliliğini vurgulamıştı. Bu manifestoyla okuryazar kesmin dikkatini çeken genç yönetmenin ismi, Barnvagnen (The Baby Carriage, 1963) ve Heja Roland! (1966) gibi işçi sınıfı hikâyeleri sinema salonlarına uğradığında artık çoktan yoksul mahallelere kadar ulaşmıştı.
3. Yatay Sinema
Widerberg’in bu ilk dönem filmlerinin setinde, henüz kendi filmlerini çekmemiş (ve yine işçi sınıfı ailelerinden gelen) Jan Troell ve Roy Andersson gibi geleceğin ustaları asistan olarak bulunuyordu. Onların yine 1960’larda çıkan ilk filmleri ve Mai Zetterling, Vilgot Sjöman gibi isimlerden gelen benzer örnekler Widerberg’in ateşlediği fitili önce anaakım medyaya, oradan da uluslararası festivallerin kapılarına dek uzatmıştı. Her biri kendine has dünyalar yaratmış ve farklı sinema dilleri denemiş olsa da gözden kaçmayan ortaklıklara sahiplerdi. Değişen şehir dinamikleri içinde hayata atılma dertlerine sahip, sokakları umutla arşınlayan ve ses çıkaran genç kahramanlar bu filmlerin afişlerini süslüyordu. Widerberg ilerleyen yıllarda sinemasında farklı köşelere değecek olsa da yarattığı bu imaja sahip çıkmaya devam edecekti. Mesela tür filmlerine yöneldiği dönemde yaptığı aile filmi Fimpen’de (1974) dahi henüz altı yaşında dünyaca ünlü bir futbol yıldızına dönüşen küçük Johan’ı, Stockholm’ün banliyö mahallerinde çamurlu arsada top oynarken ya da sıradan insanlarınki gibi küçük apartman dairesinde anne babasıyla yaşarken resmediyordu.
4. İşçi Sınıfı Kahramanları
Sadece çok sevdiği futbolla ilgili eğlenceli bir film yapma amacıyla yazdığı Fimpen’de bile sporun sınıfsal rolünü öne çıkartıyordu Widerberg. Keşfedilen süper güçlere sahip küçük bir kahramanın –bir çocuk rüyası olarak yorumlanabilecek– hikâyesinin Anders gibi duyulmayı, fark edilmeyi bekleyen genç kahramanlarından pek de bir farkı yoktu ona göre. Zaman zaman karakterlerinin dile bile döktüğü sınıfsal bir dışarıda bırakılmışlık sıkıntısını her filminde hissetmek mümkündür. Biraz da bu sebeple olacak ki kendisini ait gördüğü sınıftan tarihî kahramanların gerçek hikâyelerini sinemaya uyarlamaya atılmıştı. Önce Elvira Madigan’da (1967) halk türküleriyle hikâyeleri günümüze kadar ulaşmış, İskandinavya’nın Bonnie ve Clyde’ı, sirk cambazı Elvira ve yüzbaşı Sixten’in aşkını filmleştirdi. Hemen sonrasında Ådalen 31’de (1969) İsveç tarihinin en büyük işçi ayaklanmalarından birinin devlet güçleri tarafından kana bulanışını anlattı. Ardından genç yaşında İsveç’ten göçüp bestelediği folk şarkılarıyla ABD’de dönemin işçi hareketinin merkezinde yer alan ve idam edilerek kahramanlaşan Joel Hägglund’un anısını Joe Hill’le (1971) destanlaştırdı. Çünkü bu kahramanları burjuvalar anlatmayacaktı.
5. Tür Sinemasına Dokunuşlar
Kendi kahramanlarını anlatırken büyük stüdyo sinemacılarının biyografik drama anlatısını ödünç aldığında tür filmleriyle ilk buluşmasını da gerçekleştirmişti aslında. Her ne kadar biyografi çerçevesiyle sunulsalar da Widerberg bu filmlerde büyük stüdyoların görmeye tenezzül dahi etmeyeceği aritmik kurgu tercihleri ve kamera hareketleriyle türün konfor alanlarına saldırıyordu. 1970’li yıllarda tıpkı Fimpen’de olduğu gibi köşeleri daha belirgin türlerde de şansını denemişti. Emniyet teşkilatının içinde geçen ve polis şiddetine dikkat çeken gerilim filmi Çatıdaki Adam (Mannen på Taket, 1976) günümüzde hâlâ tüm dünyanın takip ettiği İskandinav polisiyelerinin İsveç sinemasındaki ilk ve en iyi örneklerinden biridir. Hikâye devamlılığı bulunmasa da tematik ortaklıklarından ismini alan bir diğer polisiye-gerilim Mallorca’dan Gelen Adam (Mannen Från Mallorca, 1984) ise devlet kurumlarının üzeri örtülen kirli ellerini hedefe yerleştiriyor. Hangi ambalajla, neyi anlatıyor olursa olsun kendini dışarıda bırakılmış hissedenlerle birbirini kollayarak yukarıda kalanları yan yana çarpıştıran bu filmler, Bo Widerberg’in en başta ihtiyacını hissettiği ve sonunda İsveç’e hediye ettiği toplumsal sinemanın ta kendisi.