20 Aralık 2023
93 Okunma
Polonya Film Okulu’nun ilk temsilcilerinden Andrzej Wajda aynı zamanda Avrupalı bir sinemacı kuşağının da son ustalarındandı. Arkasında son derece renkli bir filmografi bırakan entelektüel yönetmen, özellikle ülkesinin savaş sonrası yaşadığı yıkımı anlatan üçlemesiyle tanınıyordu.
Sinemayı bize sevdiren ustalar birer birer dünyamızı terk ediyor. İkinci paylaşım savaşının yıkıntıları üzerinde şekillenen yeni dünyada film yapmaya başlayıp günümüze kadar aralıksız üreten Avrupalı sinemacıların bir kısmı (Bergman, Antonioni, Angelopoulos) son on yılda peş peşe veda etti; derken onları izleyen kuşaktan –Avrupa sinemasının ve festivallerinin ‘evlat edindiği’ ustalardan– Abbas Kiarostami’yi, şimdi de Andrzej Wajda’yı yitirdik (O eski kuşaklardan galiba bir tek Jean-Luc Godard ve Agnès Varda kaldı aramızda, Tanrı onlara uzun ömürler versin!).
Bu ustalar sinemanın en görkemli dönemlerinin temsilcileri değildi sadece; filmlerin hoş ve boş vakit geçirme aracı sayılmadığı zamanların sinemacılarıydı. Dünyaya bir şeyler anlatmak, ülkenin içinde ve dışında seslerini duyurmak güdüsüyle hareket eden sanatçılardı; ürettikleri işler yetenekleri kadar düşünsel birikimlerini de yansıtıyor ve onları entelijensiyanın bir parçası, en azından muhatabı kılıyordu.
İşte böyle bir sinema evreninde Andrzej Wajda, içinden çıktığı toplumun yaralarını, tarihsel travmalarını tahlil ve teşhis eden filmleriyle, ayrıca roman, şiir, tiyatro, resim, müzik gibi alanlarla yakın ilişkisiyle tam bir aydın-sinemacıydı. Biri savaşın hemen ardından, diğeri 1950’lerin ikinci yarısında Avrupa’da sinemaya yeni soluklar getiren İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve Fransız Yeni Dalgası’na paralel olarak, Demir Perde’nin gerisinden doğan bir akımın, Polonya Film Okulu’nun ilk neferlerinden biriydi. Dönemin festivallerinde diğer iki akım kadar ilgiye mazhar olmasa da, sinemada hayli özgün ve yenilikçi bir kanal açmayı başaran bir kuşağın üyesiydi.
Polonya Film Okulu, savaşta tamamen yok olan Polonya sinemasının savaş sonrasında küllerinden yeniden doğmasının adıydı bir bakıma. Almanya’dan getirilen altyapı malzemeleri ve yeniden örgütlenen sinema eğitimi sayesinde sadece film üretimi değil, salonlar da eski canlılığına dönmeye başlamıştı. 1940’ların sonunda Polonya’da sinema hem yaratım hem de seyirci açısından öylesine bir canlanma içindeydi ki, savaştan sonraki ilk yapım olan Zakazane Piosenki (1946) 11 milyona yakın kişiyi, yani ülke nüfusunun yaklaşık yarısını salonlara çekecekti.
Savaş sırasında, daha on altı yaşında direnişe katılan, savaştan sonra Krakow’da resim eğitimi alan, ardından Łódź’daki sinema okuluna yazılan Wajda, ülke sinemasının kurucularından Aleksander Ford’un yanında çırak olarak yetişmiş ama ustasının da mensubu olduğu savaş öncesi kuşaktan kendini özenle ayırmıştı.
Birkaç istisna dışında neredeyse tüm eserlerinde savaş dönemi ve ertesi yaşanan yıkımlara eğilecek, kendi deneyimlerinden de beslenerek bu felaket zincirinin yarattığı travmaları işleyecekti. Üzerine önce faşizmin sonra Stalinizmin çöktüğü, tarih enkazının altında kalmış bireylerin hikâyeleriydi bunlar. Bu kuşağın sinemacıları, bir tür kazı işine girişerek molozların altında kalmış yaşamları ortaya çıkaran, hikâyelerini unutulmuşluktan kurtaran bir kurtarma ekibine benzetilebilir pekâlâ.
Mezuniyetinden hemen sonra çektiği ilk uzun metrajlı filmi Bir Kuşak’ta (Pokolenie, 1954) Wajda, sonraki hemen tüm eserleri için adeta bir yol haritası çizmişti. Sinema tarihçisi Tadeusz Lubelski’ye göre bu filminde, 1957’de henüz otuz yaşındayken bir dağ tırmanışı sırasında trajik bir şekilde hayatını kaybedecek olan ressam Andrzej Wróblewski’nin tablolarında yapmaya çalıştığı şeyi gerçekleştirmişti Wajda. Wróblewski’nin soğuk (siyah-mavi-yeşil) renklerin baskın olduğu ‘Rozstrzelania’ (İnfazlar) adlı tablo serisi, Alman işgali altında bedenleri parçalanmış insan figürlerinden oluşuyordu. (Wajda’nın son işlerinden biri, bu eski arkadaşı üzerine 2015’te yaptığı Wróblewski According to Wajda (Wróblewski Według Wajdy, 2015) adlı belgeseldi.)
Bir Kuşak’ta Nazi işgali altında direnişi örgütleyen komünistleri ve onlara katılan gençleri anlatırken, hem temalarını hem de sinema dilini oturtmuş gibidir Wajda. Daha o zamandan kamera açılarına ve tek tek planlara verdiği önemi görmek için, örneğin genç bir direnişçinin Nazi askerlerine teslim olmamak için apartmanın en üst katından merdiven boşluğuna kendini bıraktığı sahneye bakmak yeterli. Aynı şekilde, onu izleyen ikinci filmi Kanal’ın (1957) dört dakikalık tek plandan oluşan giriş sahnesi, Wajda’nın plan sekans tekniğini ne denli titiz ve güçlü biçimde kullanabildiğinin en güzel örneklerindendir. Filmdeki bir karakterin de göndermede bulunduğu Dante’nin Cehennem’inin 20. yüzyıldaki karşılığı gibidir Kanal. O yüzden savaşın acılarını hemencecik unutmuş olan seyirciyi fena sarsmış, filmin Cannes’daki ilk gösterimine gelen temiz pak giyimli beyleri ve hanımları irkiltmiştir. Wajda o dönemin festival havasını şöyle tarif eder bir söyleşisinde: “Tatil beldesinin henüz yaz akınına uğramadan önceki tenha bahar günlerinde, festival daha ziyade kibar zengin Fransızların ilgisini çekmeye çalışırdı. Bugünkü gibi tek kıyafet zorunluluğu yoktu, kadınlar şık elbiseleri ve mücevherleriyle, erkekler akşam yemeği kıyafetiyle gösterime gelirdi. Filmimizi izleyen seyirciler bunlardı. Ertesi gün Nice Matin gazetesinde filme dair bir izlenim yerine festivali düzenleyenlere dönük bir uyarı çıkmıştı: Lağım kanallarında debelenen insanların gösterildiği bir film festivalde yer almamalıydı. Çünkü bu festival, Polonyalı isyancılar eşliğinde lağım suları içinde dolaşmaya değil, büyük sanat yapıtları izlemeye gelmiş şık seyircilere hitap ediyordu.”1
Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri
Savaş üçlemesini tamamlayan ve savaşın sona erdiği günü anlatan Küller ve Elmas (Popiól i Diament, 1958) ile Wajda, semboller ve sürreal öğelerle (birden kadraja giren bir beyaz at!) bezeli sinema dilini mükemmele ulaştırır. Kuşak olarak en çok Yeni Gerçekçilik’ten etkilendiklerinin altını çizmekle birlikte, bu filmi yaparken John Huston’ın yapıtı –Türkiye’de Elmas Hırsızları (1950) adıyla gösterilen– The Asphalt Jungle’dan ilham aldığını söyler bir yerde. Bir soygun hikâyesi anlatan Amerikan yapımı bir gerilim filminin Polonya’da geçen bir savaş filmine ilham kaynağı olması ilk bakışta garip gelebilir ama bu Wajda’nın ve kuşakdaşlarının hem Avrupa auteur geleneği hem de Sovyet sineması kalıpları dışında yeni dil arayışlarına ne kadar açık olduklarını gösterir.
Gerçeküstücülüğe ve Buñuel’e olan yakınlığı da sıkça dile getirilmiştir, üstelik bu hayranlık daha Buñuel’in filmlerini doğru dürüst görmeden önce başlamıştır. Cannes’daki gösterimi sırasında Kanal’ın gerçeküstücü yanlarına vurgu yapılması üzerine şöyle yazacaktı sonradan: “Bana kimi ustam olarak saydığımı sordular. Tereddütsüz cevapladım: ‘Luis Buñuel… olurdu. Eğer filmlerini bilseydim.’ Ki bu doğruydu. Okuldayken Bir Endülüs Köpeği (Un Chien Andalou,1929) ve Altın Çağ’ın (L’âge D’or, 1930) ancak kısa fragmanlarını görebilmiştim.”
Wajda savaş üçlemesinde ölümü, işgali, yıkımı anlatmıştır evet, seyirciyi kanalizasyonlarda gezdirmiş, mutlu sonlara prim vermeyip kahramanlarını trajik ölümlere yollamıştır. Fakat aynı zamanda her üç filmde de bu yıkımın gölgesinde yaşanan aşkları, direnişi, en olmadık şartlarda kardelen gibi filiz veren insanlık hâllerini öne çıkarmıştır. Eduardo Galeano’nun o güzel kitabının adıyla söylersek “aşkın ve savaşın gündüz ve gecelerini” anlatmıştır bize. Küller ve Elmas bir aşk filmidir aynı zamanda, umutsuz ama güzel bir aşkın hikâyesidir. Öyle ki, perdede yarattıkları ‘elektrik’ açısından bu filmdeki Zbigniew Cybulski-Ewa Krzyżewska ikilisini, iki sene sonra çekilecek olan Serseri Âşıklar’daki (À Bout de Souffle, 1960) Belmondo-Seberg çiftiyle karşılaştırmak ilginç olabilir.2
Sosyalist blok içinde yaşayan bir sinemacı olarak, Stalin’in 1953’teki ölümüyle bir miktar gevşemiş olsa bile, sansür belasıyla cebelleşmek zorunda kalması bir tür meydan okumaya dönüşmüş, birçok yönetmen gibi Wajda’yı da metaforik ve sembolik bir dil kullanmaya itmiştir. Küller ve Elmas’ın sisteme yönelik sert eleştiriler içeren final sahnesinin sansüre takılmamasını, sahnenin farklı yorumlara açık oluşuyla açıklamıştı mesela.
Bir soru üzerine Küller ve Elmas’ı en önemli filmi, Mermer Adam’ı (Czlowiek z Marmuru, 1976) ise en iyi filmi olarak anmıştı. Stalinizmin anıtsal sembollerinden Nowa Huta kasabasının inşaatı etrafında gelişen Mermer Adam siyasi eleştiri bakımından Wajda’nın en sert ve dolaysız filmi sayılabilir. Genç ve cevval bir TV yapımcısı, yirmi yıl kadar önce girişilmiş bu dev projede çalışan bir işçi üzerine belgesel yapacaktır; bunun için arşiv görüntülerini izler ve şimdinin dünyasından çok uzak gibi görünen 50’lerin Polonya’sına bakmaya çalışır.
Wajda bu filmi çekebilmek için on üç yıl beklediğini, 1970’lerde ülkenin geçirdiği siyasi dönüşüm sayesinde ancak filmi yapabildiğini söylüyordu. İyi ki de yapmış, çünkü reel sosyalizm denen deneyimin zarif bir analizi olarak, Mermer Adam’ın o coğrafyada sonradan olacaklara dair sağlam öngörüler taşıdığını görebiliyoruz bugün.
En başta dediğimiz gibi Andrzej Wajda, bize sinemayı sevdiren ustalardan biriydi. Bu kısa yazıda, onu en çok öne çıkan dört filmi üzerinden anmaya çalıştık, ne ki yönetmen hayli uzun ve son derece renkli bir filmografi bıraktı bize. Kişisel yaşam deneyimlerinden roman uyarlamalarına, Dayanışma Hareketi gibi sıcak konulardan şiirlere, resimlere kadar ilhamını sayısız kaynaktan alan, dünya sinema mirasına zenginlik katan filmler bunlar. Sinemayı sevmek için sebepler var oldukça, onun gibi ustalar da bizimle yaşamaya devam edecek.
Notlar
1 John Orr ve Elzbieta Ostrowska, The Cinema of Andrzej Wajda: The Art of Irony and Defiance (Wallflower Press, 2004).
2 Zbigniew Cybulski’yi anmışken, iki kenar notu düşelim: Bu efsanevi oyuncuyla en çok özdeşleşmiş filmlerden biri de Janusz Morgenstern’in yönettiği Goodbye, Till Tomorrow’dur (Do Widzenia, do Jutra…, 1960) ve Yeni Dalga’yla asıl ‘pişti’ olan film, 1957’de yazılıp 59’da çekildiği için Yeni Dalga’dan esinlenmiş olma ihtimali olmayan bir Polonya yapımıdır. Senaryoda da imzası bulunan ve Teresa Tuszyńska ile birlikte başrolü oynayan Cybulski’nin erken ölümü, sinema tarihinin trajik vakalarından biridir. Oyuncu 1967 yılının başlarında bir konser için Polonya’ya gelen Marlene Dietrich’le tanışır, ona âşık olur, birlikte aynı filmde rol almaya karar verirler. Dietrich trenle kentten ayrılırken, Cybulski istasyonuna gelerek onu yolcu eder, kısa süre sonra görüşmek üzere vedalaşırlar. Birkaç gün sonra Cybulski aynı istasyonda yetişmeye çalıştığı trene atlamaya çalışırken raylara düşüp can verir.
(Altyazı’nın 166. sayısında yayımlanmıştır.)
Necati Sönmez