29 Aralık 2022
269 Okunma
24 Ocak 2012’de aramızdan ayrılan Yunanistanlı usta yönetmen Theo Angelopoulos 1935 yılında Atina’da doğmuştur. Önce hukuk alanında eğitim görmeye başlamış fakat daha sonra Fransa’ya giderek sinema eğitimini tamamlamıştır. 1964’de ülkesine döndüğünde “Democratic Change”de sinema eleştirmenliği yapmıştır. Ölümüyle yarım kalan Yüzyıl Üçlemesi’nin son filmi gibi, ilk film denemesi de yarım kalır Angelopoulos’un. 1968’de kısa metrajlı filmi Broadcast – Ekpombi’yi çeken yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi ise 1970 tarihli Tatbikat – Anaparastasi olur.
Tarihe ve topluma olan ilgi ve merakı daha ilk filminde kendini gösterir. Gazetede gördüğü bir cinayet haberinden yola çıkarak çektiği Tatbikat’ın arka planında ise o dönem Yunanistan’da oldukça yaygın olan Almanya’ya işçi göçleri vardır. Tatbikat Visconti’nin Tutku – Ossessione’sini hem konu hem de toplumsal arka plan bakımından bir hayli andırır. Yönetmen filmini “Benim gözümde bu film, sakinleri tarafından terk edilmiş, çürüyüp giden bir yere ağıttır.” sözleriyle anlatır.
Ardından görkemli Tarih Üçlemesi gelir. 36 Günleri – Meres tou ’36, Kumpanya – O thiasos ve Büyük İskender – O Magaloxandros… Bu üçlemede kendisinin de yakından tanıklık ettiği tarihi ve siyasi olayları, Yunan mitolojisi ile harmanlayarak, Brechtyen bir uslüpla anlatır. Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilen mübadele, Metaxas yönetimi, İkinci Dünya Savaşı, İtalyan ve Alman işgali, işgale karşı yapılan direnişler, iç savaş, İngilizlerin etkisi, 1967 ile 1974 yılları arasındaki askeri cunta yönetimi… Tüm bu olaylar doğrudan ya da dolaylı bir şekilde filmlerine girer ve filmlerine ruhunu verir.
Fakat verilen bunca mücadeleden geriye kalan yenilgilerdir. Yenilgilerin ardından sol da büyük oranda etkisizleşmeye başlar Yunanistan’da. Sovyetler Birliği yıkılır ve insanların uğruna mücadele ettiği o büyük düş mazinin bir parçası hâline gelir. Ardında ise savaşlar bırakır. Bu his en güzel Ulis’in Bakışı – To vlemma tou Odyssea’da verilir. Filmde yönetmen A. bir anlam bulmak ümidiyle savaşlar içindeki Balkan coğrafyasını dolaşır. Seyahatinin bir noktasında üzerinde parçalanmış Lenin heykeli olan bir gemiye biner. Lenin heykelinin üzerinde, bir inanç uğruna peşine düştüğü Manakiler’le ilgili bir kitabı okurken, nehir boyunca sürüklenir gider yönetmen. Tabii Angelopoulos’un ideolojik olarak Sovyetleri ya da Lenin’i benimsediğini söylemek güçtür. Onun hissettiği şey yenilgi, inanç yitimidir. Bunu en güzel bir röportajında dillendirir. 1988 tarihli bu röportajında “Çevremdeki her şeyin kıpırtısız durduğu duygusuna kapılırım. Ben bu hareketsizlikten kurtulmaya, yeni bir temel atmaya çalışıyorum ama çevremde beni heyecanlandıran bir şey olmuyor” der.
Bu inançsızlık ister istemez filmlerini de etkilemeye başlar. Kitera’ya Yolculuk – Taxidi sta Kythira ile birlikte, hem ülkelerini hem de dünyayı değiştirmek konusunda büyük umutları olan bir kuşağın yenilgisi anlatılır. Onların verdiği mücadelenin günümüz için bir anlamı kalmamıştır artık. Onların devri kapanmıştır. Hiçbir yere ait değillerdir. Bu film aynı zamanda kendisiyle de bir hesaplaşma filmidir. Sonrasında ise umutsuz bir hâlde yeni arayışların peşinde koşan insanları anlatmaya başlar. Bu insanlar kah Puslu Manzaralar – Topio stin omihli ‘de babalarını arayan iki küçük çocuk, kah Ulis’in Bakışı’nda yeni bir anlamın peşinde sürüklenip giden bir yönetmendir. Angelopoulos’un içinde yaşadığı yüzyıl ise ona bu anlamı vermeme konusunda ısrarcıdır. Onun filmlerinin konusu anlamsızlık içinde anlam arayışına dönüşmüştür. Kitera’ya Yolculuk filminin ardından verdiği bir röportajda bu inançsızlığı ve düşünce dünyasındaki değişimi şu sözlerle çok güzel ifade eder:
“Ben başladığımda Marx ve Freud, tıpkı Hegel ve Lenin gibi hâlâ kilit kişilerdi ve insan doğal olarak dünyayı gözlemlemek açısından onların öğretilerini kullanırdı. Yakın Yunan tarihindeki çok acı, çok zalim deneyimlerimizin bizi çevremizdeki tüm toplumsal ve estetik olguların şifresini çözmek için diyalektiğe başvurmaya teşvik ettiğini de ilave etmeliyim. Kısaca söylemek gerekirse, gerçeğin teoriyi doğruladığı, teori ile pratiğin bir olduğunu hissediyorduk. Normalleşmenin başlamasından bu yana yeni yaklaşımlar arıyoruz ve ben bir tür varoluşçuluğa döndüğümüzü hissediyorum. Sanat bir kez daha insan odaklı ve cevaptan çok soru var. Dünya insanın sadece piyon olduğu bir satranç tahtası ve olayları etkileme şansı önemsiz. Siyaset, geçmiş taahhütlerine sırtını dönmüş sinik bir oyun.”
Angelopoulos bu anlam dünyasını seyirciye aktarırken direkt anlatımlardan kaçınır. İmgelere çokça yer verir filmlerinde. “Benim gözümde sembolik ögeler, basit hikâyenin sınırlarından kaçmak, gerçek ötesi bir dünyayı araştırmaktır.” fikriyle hareket eder. Seyirciye, bu imgelemi çözüp yönetmenin anlam dünyasına ulaşmak için bir hayli iş düşer o yüzden. Neredeyse her filminde kullandığı uzun plan sekanslar ise seyirciye düşünmesi için verilen eslerdir bir anlamda. Plan sekansların anlamını şu şekilde açıklar usta yönetmen: “Benim filmlerimde seyirci yapay yollarla filme çekilmez, aynı anda hem filmin içinde hem dışında kalır, kendisine bir yargı belirtme fırsatı tanınır. Duraklamalar, ‘ölü zaman’, ona sadece filmi mantıklı bir şekilde değerlendirme fırsatı vermekle kalmayıp, bir sekansın çeşitli anlamlarını yaratma veya tamamlama şansı tanır.” Yönetmenin düşünce ve anlam dünyasındaki değişimler filmlerinin biçemine de yansır. Bunu en açık bir şekilde Tarih Üçlemesi’ndeki Brechtyen tarzı ile başka bir yazımızın konusu olan Yüzyıl Üçlemesi’ndeki Aristotelesçi biçeminde görebiliriz.
Bu yazımızda Yüzyıl Üçlemesi hariç diğer üçlemelerinden çeşitli filmlerin analizini sizlere sunuyoruz. Keyifli okumalar…
Angelopoulos’un Tarih Üçlemesi’nin ikinci filmi olan Kumpanya, 1974 ile 1975 yıllarında çekilmiştir. Bu döneminin kendisi başlı başına önem arz eder. Çünkü 1973’te Yunanistan’da Yoannides Darbesi gerçekleşmiştir ve ülke diktatorya ile yönetilir. Angelopoulos da bu diktatoryaya karşı aktif tavır alan kişiler arasındadır. Örneğin Politeknik Üniversitesi’nde yapılan, polis ve askerin saldırıları sonucu 300’e yakın kişinin hayatını kaybetiği anti-cunta eylemlerine katılmıştır. Bir röportajında kendisini ve o dönemki sanatçıları politik eserler ortaya koymaya iten şeyin belki de birebir soludukları bu baskıcı atmosfer olduğunu söyler. Başka koşullar altında, daha farklı filmler çekebileceğini ama yaşadığı, şahit olduğu olayların onu Yunanistan’ın tarihine, yeniden başka bir gözle bakmaya ittiğini ifade eder. Bu dönemde ortaya koyduğu eserlerle de izleyiciye bu eleştirel bakışı taşımaya çalışır. Bu sebeple olacak ki, sansür tehdidine rağmen, zorlu koşullar altında oldukça titiz bir çalışma ile Kumpanya filmini çeker.
Kumpanya, 1939 ile 1952 arasında Yunanistan’da yaşanan önemli tarihsel uğrakları gezgin bir kumpanyanın yaşadığı olaylar üzerinden anlatır. Bu alışkın olduğumuz tarihsel filmlerden değildir. Birçok şey imgesel bir şekilde anlatılmıştır ve anlamlandırabilmek için Yunanistan tarihine biraz daha aşina olmak gerekir. Yönetmen 1939 ile 1952 arasındaki tarihsel dönemi ele alırken bir yandan da Yunan kültüründe önemli yer tutan efsaneleri, o dönemki olayların içine yedirir. Fakat bu efsaneler bir anlamda hikâyenin içinde ters yüz edilir. Örneğin, filmdeki Agamemnon karakteri (filmde bu isim neredeyse hiç zikredilmez fakat senaryoda Orestes ve Elektra’nın babasının ismi bu şekilde yer alır. Filmdeki Elektra göndermeleri de buna işaret eder) ordular yöneten büyük bir kumandan değil, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından mübadele ile Türkiye’den Yunanistan’a göçmüş, zorlu şartlar altında hayatta kalmaya çalışan, yoksul bir emekçidir. Bu farklılaştırma büyük ihtimalle görkemli Yunan tarihi anlatısını sarsmak için bilinçli bir şekilde yapılmıştır. Aynı şekilde film boyunca oyuncuların sahnelemeye çalıştıkları Kadın Çoban Golfo oyunun sürekli yarıda kalmasının bir sebebi de budur. Oyun, kendi seyrinde akan, doğanın güzelliğinin vurgulandığı bir aşk hikâyesidir. Ama hayatın acımasız gerçekleri bu oyunun tamamlanmasına neredeyse hiç izin vermez. Savaşlar, ölümler sürekli oyunun akışına müdahale eder. Oyunca çizilmeye çalışılan tasvir ile hayatın acımasız gerçekliği arasındaki ironi seyirciye sürekli olarak hatırlatılır.
Film, bir tren istasyonunun önünde bekleyen gezici kumpanya oyuncularını gösteren sahne ile başlar. Sene 1952’dir. Arka planda sürekli İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki iç savaşı yöneten ve seçimlerdeki tek aday olan faşist mareşal Papagos’a oy verilmesi için propaganda yapan megafonun sesi duyulur. Oyuncular kasaba meydanına doğru yürümeye başlar. Meydana ulaştıklarında ise tarih 1939’dur. Bundan sonraki iki sahne hariç olaylar tarihsel yaşanmışlıklarına paralel bir şekilde ilerler. Angelopoulos, ele aldığı tarihsel olayları, bakış açısına uygun bir şekilde Brechtyen bir biçemle izleyiciye sunar. Bu da izleyiciyi, film bittikten sonra üzerine düşünmeye, okumaya ve tekrar izlemeye sevk eder. Angelopoulos ayrıca, seyircinin filmdeki karakterle özdeşleşmesini engellemek, perdede izlediklerinin sadece bir temsil olduğunu anlatmak için çeşitli yabancılaştırma efektleri kullanır. Oyuncular gittikleri her kasabada Kadın Çoban Golfo oyununu oynarlar. Fakat çoğu kere oyun kesintiye uğrar. Kimi sahnelerde ise tiyatro oyunu ile filmin gerçekliği birbirine karışır. Bu oyun içinde oyun hâli bile izleyiciyi düşündürmeye yeter. Bunun dışında Agamemnon ve Elektra’nın filmin bazı sahnelerinde kameraya yaklaşıp hikâyelerini seyirciye doğrudan anlatması bu yabancılaştırma efektine verilebilecek güçlü örneklerdir.
Kumpanya, Yunanistan’daki iç savaşı solun gözünden anlatan ilk film olması bakımından da bir hayli önemlidir. Ülke önce İtalyanların ardından Almanların işgaline uğramıştır. Komünistlerin öncülüğündeki Yunan Halk Kurtuluş Ordusu ise bu işgallere karşı aktif bir direnişi örgütlemiştir. Bu direniş sırasında Yunanlılar arasında iki farklı taraf söz konusu olmuştur. Bu taraflardan birinde bir Agamemnon, Orestes ve Elektra gibi karakterler, diğer tarafta ise Aegisthus, Clytemnestra gibi karakterler vardır. Orestes işgale karşı dağlarda savaşmış, anlaşma yapıldıktan sonra da silahını bırakmamış ve işbirlikçi hükümete karşı savaşmaya devam etmiştir. Elektra da dağlarda savaşmasa bile, duruşunu korumuş ve zorlu bir mücadele vermiştir. Agamemnon’un karısı ile birlikte olan Aegisthus ise Orestes ve Agamemnon’u işgal sırasında Almanlara ihbar etmiş, Agamemnon’un ölümüne sebep olmuştur. Agamemnon’un öldürüldüğü sahne bir hayli çarpıcıdır. Kendisine nişan alan Alman askerlere “Ben İyonya’dan geldim. Peki ya siz?” diye sorar. Bu, işgalin işgal olduğunu haykıran bir cümledir. Agamemnon’un önünde kurşuna dizildiği duvarda ise E.A.M. yani Ulusal Bağımsızlık Cephesi’nin ismi yazmaktadır. Agamemnon’un asaletinin karşısına, Aegisthus’un korkaklığı ise çarpıcıdır. Alman askeri tarafından esir alınan Aegistus kurşuna dizilecekleri sırada önce askerlere yalvarır, ardından ölmemek için Clytemnestra’nın ardına gizlenir. Onu kurtaran bu çaresizliği değil, Ulusal Bağımsızlık Cephesi’nin zaferidir.
İşgalin sona ermesinin ardından bir anlaşma yapılır ve partizanlar yeni kurulan hükümete silahlarını teslim eder. Bu onların kendi ölüm fermanlarını imzalamaları, solun Yunanistan’da hızla güç kaybetmeye başlaması demektir. Angelopoulos filmde bunu oldukça imgesel bir şekilde anlatır. Bir yılbaşı eğlencesinde bir tarafta faşizan bir erkek topluluğu, diğer yanda ise hem kadınların hem erkeklerin yan yana oturduğu solcu bir grup vardır. İki grup marşlar ve şarkılar eşliğinde atışmaya başlar. Solcuları alt edemeyen faşistlerden biri silahını çıkarır ve havaya bir el ateş eder. Bunun üzerine diğer gruptaki erkekler ceketlerini açarak silahlarının olmadığını gösterir ve alanı terk eder. Meydan silahlı faşistlere kalmıştır.
Angelopoulos tüm bunları ve daha fazlasını anlatırken hiçbir şekilde yakın plan kullanmaz. Bununla epik bir hava yaratarak, izleyicinin filmdeki karakterlerle özdeşlemesini engellemeyi hedefler. Bu sayede izleyici olaya hem belli bir bakış açısı ile yaklaşır hem de bunu yaparken eleştirelliğini korumaya devam eder. Ve ortaya destansı bir film çıkar.
Sessizlik Üçlemesi’nin ilk filmi Kitera’ya Yolculuk bir bakıma Tarih Üçlemesi’nin devamıdır. Konusunu yine Yunanistan’ın yaşadığı gerçek olaylardan alır. Fakat Kitera’ya Yolculuk’u diğer filmlerden ayıran şey yönetmenin geçmişe bakışı ve bunu anlatış biçimidir. Agora Kitaplığı’ndan çıkan ve Dan Fainaru tarafından derlenen Theo Angelopoulos başlıklı kitapta yer verilen bir röportajında, bu filmi çektiği dönemde siyasal anlamda büyük bir düş kırıklığı yaşadığını ve bu duygusal altüst oluşun kaçınılmaz bir şekilde filme yansıdığından bahseder usta yönetmen. Kitera’ya Yolculuk için içsel bir hesaplaşma filmi diyebiliriz. Film, Tarih Üçlemesi’nde yer alan yapımlara göre daha kişisel bir anlatıdır. Bu kişiselliğin filme yansıdığının en somut kanıtı yönetmen Alexandre’a ses veren kişinin bizzat Angelopoulos oluşudur. Toplumsaldan, bireysel hikâyeye geçişi kaçınılmaz bir şekilde biçemini de etkilemiştir. Usul usul Brechtyen uslüptan vazgeçmiş, özdeşleşmeye izin veren bir dil kullanmaya başlamıştır.
Yukarıda değindiğimiz gibi hikâye esinini yine Yunanistan tarihinden alır. Yunanistan’daki iç savaşın ardından yurtlarını terk etmek zorunda kalan binlerce Yunan devrimci, 1970’li yıllarda çıkan af ile birlikte ülkelerine geri dönmeye başlamıştır. Filmde, yönetmen Alexandre’ın babası olan Spiros da iç savaşta yer almış bir komünisttir. Tam 32 yıl sonra ülkesine dönmüştür. Film, bir yandan baba Spiros’un bir yandan da yönetmen olan oğlu Alexandre’ın hikâyesini anlatır. Kitera’ya Yolculuk, Kumpanya’daki oyun içindeki oyuna benzer bir şekilde film içinde filmi anlatır. İlk sahnelerin birinde Alexandre film setine gelir. Burada baba rolünü oynayacak oyuncunun seçimleri vardır. Yaşlı oyuncular sırayla seçimi yapacak ekibin önüne gelir ve “Ego ime” yani “benim” der. Yönetmen dalgın bir hâlde dışarıya çıkar. Filmdekine benzer bir kahvehanede sevgilisi olan kadın oyuncu filmin içindeki filmde Alexandre’ın kız kardeşi olan Voula’nın repliklerini söylemektedir. Derken lavanta satan yaşlı bir adamı görür yönetmen. Hayalindeki babanın o olduğunu düşünmüş olmalı ki, adama odaklanır ve yollar boyunca onu takip eder. Derken bir limana varır, o anda lavanta satan adam yok olur. Adı Ukrayna olan bir gemi limana yanaşmaktadır. Sevgilisini oynayan aynı oyuncu bu kez kız kardeşi olarak karşısına çıkar ve 32 yıl sonra Yunanistan’a geri dönecek olan babasını taşıyan geminin limana varmak üzere olduğunu söyler. Gemi yanaşır, ilk önce bir su birikintisi üzerine yansıyan silüetini gördüğümüz baba Spiros, Voula ve Alexandre’ın beklediği alana yaklaşarak “Ego ime” der.
Bu iki katmana, filmin gerçek hayatla kurduğu ilişki üzerinden üçüncü bir katman eklenir. İlk paragrafta belirttiğimiz üzere bu film aslında Angelopouolos’un bireysel hesaplaşma filmidir. En azından filmde bunun yansımalarını görmek mümkündür. Buna dair en sağlam göndermelerden birisi Spiros’un Angelopoulos’un kendi babasının ismi olmasıdır. Voula ise daha çocukken ölen kız kardeşinin ismidir. Bunun dışında Spiros karakterini canlandıran Manos Katrakis filmin çekildiği dönemde kanser hastasıdır ve ölmek üzeredir. Manos Katrakis aynı zamanda siyasi görüşleri yüzünden hapse girmiş bir devrimcidir. Filmde onun karşısına çıkan, hem dostu hem düşmanı olan sağcı Panayotis’i canlandıran oyuncu da sağcı bir geçmişten gelmektedir. Filmin çekimlerinin bitmesinden kısa bir süre sonra her iki oyuncu da birbirine yakın tarihlerde hayata veda eder.
Yönetmen Alexandre’ın her anını, zihninin her hücresini dolduran filmin ana temaları yurtsuzluk ve sürgündür. Spiros tıpkı Kumpanya’daki Agamemnon gibi mübadele zamanında Türkiye’den Yunanistan’a göç etmiş ve ilk sürgününü yemiştir. Bunu karısı Katherina’nın baygın yatarken sayıkladığı şeylerden öğreniriz. Daha sonra iç savaşta bir komünist olarak savaşmış ve ardından ikinci kez sürgün edilmiştir. Tam 32 yıl boyunca, yurdundan uzakta yaşamak zorunda bırakılmıştır. Yıllar sonra döndüğünde ise tedirgindir. Hem kendisi değişmiş, yıllar boyunca başka bir hayatı yaşamış hem de yurdu bildiği yerde karşısına neyin çıkacağını kestirememektedir. Çocukları da babalarına dair çok az şey bilmektedir. Biri daha uzun boylu sanıyordum der, diğeri ise keman çaldığını bilmediğini söyler. Karşılaştıklarında aralarında uzun yılların mesafesi ve soğukluğu vardır. İki taraf da birbirine yabancıdır. Baba tedirgin bir şekilde “Öpüşmeyecek miyiz?” diye sorar. Eve yaklaştıklarında ise bu tedirginlik yerini korkuya bırakır. Yıllardır görmediği karısı ile yüzleşecektir.
Spiros’un yokluğunda her şey değişmiştir. İç savaş ve verdikleri mücadele çok geçmişte kalmış ve hatırlanmak istenmeyen kötü bir hatıraya hâlini almıştır. Angelopoulos’un aynı röportajdaki ifadesi ile “Önceki çatışmaların lider kişisi olan devrimci, devrimi reddeden ve kendisine ihtiyacı olmayan bir ülkeye” geri dönmüştür. Bunu en net, kızı Voula’nın ağzından duyarız. Köyde hep birlikte oturdukları sofrada Voula “Boşa harcanmış bir ömür. Sen ve senin neslin başka insanları hiç umursamadınız. Dağlara çıktınız, savaştınız ve sonra da kaçtınız. Neden döndün ki?” diye sorar olanca duygusuzluğuyla. Verilen mücadelenin yeni nesil için hiçbir anlamı yoktur. Ama burada belirtmek gerekiyor ki Voula’nın anlam dünyası Angelopoulos’un anlam dünyasını yansıtmamaktadır. Voula sadece kendi kuşağının filmdeki bir yansımasıdır. Tüm anlam dünyasını yitirmiş, hayatın içinde kaybolmuştur. Yunanistan’ın yaşadığı dönüşümü köylülerin topraklarını satma hevesi üzerinden de görebiliriz. Spiros’nun yıllardır özlemini duyduğu yurdu, toprakları köylüler tarafından önemsiz bir meta olarak görülür ve oraya tatil merkezi yapmak isteyen kapitalistlere düşünmeksizin satılır. Fakat satışın tamamlanması için orada toprağı olan herkesin onay vermesi gerekmektedir. Spiros başka bir zamanın insanı olarak direnir bu satışa. Ama artık devir onun devri değildir. Panayotis’in dediği gibi silahla dağlarda kükrediği zamanlar çok geride kalmıştır. Bu uyumsuzluk ona üçüncü sürgününü getirecektir.
Hiçbir yere ait olamama hâli Spiros’nun uluslararası sulardaki bir dubanın üzerinde bekletilişiyle somutluk kazanır. Yunanistan’a dönemeyecektir. Gittiği yeri yurdu diye sahiplenememiştir. Herkes bir bekleme hâlindedir. Sonunda karısı sahile kurulmuş festival sahnesinden seslenir Spiros’ya. Onunla gitmek istediğini söyler. Filmde geçmişe sadakatle bağlanan tek kişidir Katherina. O da geçer dubanın üstüne. Ama ikisine de yer yoktur artık o ülkede. Spiros dubanın halatlarını çözer ve birlikte bilinmeze doğru giderken sislerin içinde kaybolurlar. Alexandre ise sahilden onları izlemektedir. Müdahil olmaz hiçbir şeye. Onun için de güçlü bir baba imajından ve geçmişin ağırlığından kurtuluşu ifade eder bu gidiş. Kendine, başka bir varoluşa daha fazla yer açılmıştır şimdi. Ama, filmin sonu varılan bir noktaya işaret etmez, yönetmenin arayışı yeni bir mecrada sürmektedir yalnızca. Bu bağlamda, yönetmen Alexandre, Megaloxandros’taki genç Alexandre’a benzer. O da yaşanılanların tüm ağırlığı omuzlarında, bir akşamın alacakaranlığında modern kentin kıyısına varmıştır. Varacağı yeri belli olmayan yeni bir yol vardır önünde.
Angelopoulos Puslu Manzaralar’da yetişkinlerin dünyasından uzaklaşarak yüzünü çocuklara çevirir. Alexandre ve Voula (burada isimler üzerinden Kitera’ya Yolculuk ile bir bağ kurulur) anneleri ile yaşayan ve bir gün babalarını bulma ümidi ile yaşayan iki çocuktur. Anneleri onlara, babalarının Almanya’da yaşadığını söylemiştir. Bu sebeple en büyük hayalleri her gün ziyaret ettikleri istasyondan trene binerek Almanya’ya, babalarının yanına gitmektir.
Bu hayallerle her akşam birbirlerine hikâyeler anlatır iki kardeş. Birbirlerine kendilerinden daha yakın kimseleri yoktur. Anneleri ile yaşarlar ama filmde ne yüzünü görürüz annenin ne de sesini duyarız. Bir çeşit hayalet gibidir. Çocuklarla duygusal bir bağı da yoktur. Her akşam odalarının kapısını açar, uyuyup uyumadıklarını kontrol eder fakat ne bir sevgi sözcüğü söyler ne de tensel bir temasta bulunur. Çocuklar annelerinin onları anlamadığını düşünür. Hatta her akşam birbirlerini anlattıkları hikâyeyi böldüğü için içten içe kızarlar ona. Bu hikâye de Kumpanya’nın hiç tamamlanmayan oyunu gibi hep yarım kalır. Baba bir imge, bir idealdir onlar için. Aslında babalarının kim olduğunu anneleri dahi bilmemektedir. Almanya’da yaşayan baba annelerinin onlara söylediği bir yalandır. Bunu anne ile yıllardır görüşmeyen dayıdan öğreniriz. Fakat çocuklar bunu duyduklarında kendi kurdukları dünyanın yıkılmasına izin vermez ve dayıyı yalancılıkla suçlarlar.
Nihayet bir gün, içlerinde o gücü bulduklarında yola koyulur iki kardeş. Karşılarına çıkan ilk trene atlar ve upuzun yolculuklarına başlarlar. Bunlar bir bakıma Elektra tragedyasında Elektra ve Orestes gibidirler. Tragedyadaki kardeşler gibi annelerinden nefret etmezler ama kayıp babanın peşinde uzun bir yolculuğa çıkarlar. Voula rüyasında babası ile mektuplaşır. Hâlbuki ellerinde ne bir adres ne de gerçekten yazılmış bir mektup vardır. Voula’nın kimselere açmadığı duygu dünyasını iletir bize bu mektuplar. Masalsı bir tonu vardır. Bir mektubunda babasına “Bize bir mektup yazarsan trenin sesiyle gönder onu” demesi bu yüzdendir. İlginç, sürreal şeylerle karşılaşırlar yol boyunca. Örneğin düğünden kaçan bir gelin, ya da bir traktörün arkasından sürüklenen yaralı bir at görürler. Atın ölüşüne tanıklık ederler birlikte. Bu yolculuk onların büyüme hikâyesidir aynı zamanda. Aşkı, umudu ve umutsuzluğu deneyimleyeceklerdir.
Angelopoulos’un filmografisi ve Sessizlik Üçlemesi ile yaşadığı dönüşüm düşünülürse filmdeki olmayan baba figürünün, o kuşağın Yunanistan’ın tarihiden kopmuşluğu ya da daha doğru bir ifadeyle kopuk bırakılmışlığı ile ilintilendirebiliriz sanırım. Yollarını aydınlatan ya da onları bir hedefe götüren düşünsel araçlardan yoksundurlar. O sebeple sıkışmış hissetmekte ve bir şeylerin arayışına girmektedirler. Fakat bu yol da belirsizliklerle ve tehlikelerle doludur. Bu da bir çeşit kaybolmuşluk hissini verir. Bu kaybolmuşluk Orestes’in sözleri ile şu şekilde dillendirilir: “Sanki geçip giden zamanla ilgilenmiyor gibi yapıyorsunuz. Ama biliyorum ki aceleniz var. Sanki bir yere gitmiyorsunuz. Ama aslında bir yere gidiyorsunuz.” Aynı kuşağın bir üyesi olarak Orestes’in anlam dünyası da farklı değildir. “Ben hiçliğe doğru sürünen bir salyangozum. Nereye gittiğimi bilmiyorum ama bir zamanlar biliyordum.” sözleri ile bu dünyayı dışa vurur. Fakat geçmişten yalıtılmışlık bir çeşit hafiflik de sunar onlara. Belki de geçmiş yenilgilerin ve hayal kırıklıklarının ağırlığını göğüslerinde duymadıkları için korkusuzca yola koyulabilmişlerdir. Daha trene binerken abla sorar kardeşine: “Korkuyor musun?” Küçük Alexandre’ın yanıtı ise oldukça nettir: “Hayır, korkmuyorum!”
Puslu Manzaralar’ın yolu Kumpanya ile apansız kesişir. Yukarıda adını andığımız Orestes, uzun ve yorucu bir yolun ardından genç bir minibüs şoförü olarak karşısına çıkar iki kardeşin. Biraz tereddütten sonra çocuklar ikna olur binmeye. Genç adam tiyatrocudur. Yaptıkları tiyatroyu anlatmaya başladığında Kumpanya filmindeki akordeoncunun Golfo oyunu başlarken çaldığı müziği duyarız biz de. Derken genç adamın Kumpanya’nın genç Orestes’i olduğunu ve birlikte çalıştığı oyuncuların Kumpanya filmindeki gezgin oyuncular olduklarını anlarız. Fakat oyuncular bir hayli yaşlı ve küçük Alexandre’ın deyişiyle çok üzgün görünmektedirler. Orestes ise “Zaman değişti. Her şey değişti. İnatla hep aynı gösteriyi sergileyerek tüm Yunanistan’ı gezdiler.” diye açıklar oyuncuların durumunu. Çok eski bir zamana sıkışmış, kısır bir döngüyü tekrar eder gibi bir hâlleri vardır. Daha sonra bir prova sahnesinde tekrar görürüz onları. Fakat provasını yaptıkları oyun Kadın Çoban Golfo değil, Kumpanya filminin kendisidir. Yönetmen burada filmini oyuna çevirerek bir anlamda yarattığı gerçekliği yıkar. Buradan hareketle Kitera’ya Yolculuk filmi ile başladığı hesaplaşmasını sürdürdüğünü iddia edebiliriz Angelopoulos’un. Oyuncular yorgun ve zihnen dağılmış bir hâldedirler. Akordiyoncu ise ironik bir şekilde “genç ama deneyimli” oyuncular olarak tanıtır kumpanyanın üyelerini. Fakat daha tanıtım bitmeden, tıpkı Kumpanya filminde olduğu gibi yarıda kesilir oyun. Tuttukları salon daha çok para veren başka birine kiralanmıştır. Devir gezgin oyuncuların devri değildir.
Angelopoulos genel tarzına sadık kalacak bir sonuca götürmez bizi filmin sonunda. Çocuklar, her ne kadar acımasız gerçeklerle sarmalanmış bir hâlde de olsa filmin masalsı havasına uygun bir şekilde başka hiçbir sınırı geçmeden Almanya sınırına varırlar. Bu defa bilet parasını bir şekilde temin etmeyi başarmış, güvenle otururlar koltuklarında. Birbirlerine gülümserler. Fakat bu güven uzun sürmez ve pasaport anonsunu duyarlar. Elbette ikisinde de pasaport yoktur. Henüz beş yaşında olan Alexandre sınırın ne demek olduğunu bile bilmez. Bir kez daha trenden iner iki kardeş. Sınır boyu akan bir nehir görürler ve nehrin ötesinin Almanya olduğuna inanırlar. Buldukları kayığa atlar ve nehri geçmeye çalışırlar. Bizse “durun” ihtarını ve bir el silah sesini duyarız. Ne olduğunu anlamamıza ise olanak yoktur. Sabah puslu bir manzaraya uyanırlar. Fakat bunun düş mü gerçek mi olduğunu ayırt etmek olanaksızdır. Bu manzara daha önce Orestes’in çöpte bulup Alexandre’a verdiği film parçasındaki manzara ile aynıdır. Çocuklar kendi yarattıkları dünyanın içine girmişlerdir sanki. Bir babaya değil ama bir ağacın gövdesine sarılırlar sımsıkı. Angelopoulos, daha önce sahilde yan yana duran Voula, Orestes ve Alexandre’a uzattığı koruyucu el gibi, bu defa masalsı bir sığınak sunmuştur çocuklara.
Ulis’in Bakışı, Angelopoulos’un Sınırsızlık Üçlemesi olarak adlandırdığı üçlemenin son filmidir. Bu yapım da Kitera’ya Yolculuk gibi çok fazla bireysel referans noktası olan bir filmdir. Başkarakter A. isminde bir yönetmendir. Uzun yıllar Amerika’da yaşayan yönetmen bir festival için ülkesine dönmüştür. Yönetmen festival ekibi ile buluşmaya gittiğinde onlarca insan yağmurlu bir havada bir projeksiyon ile duvara yansıtılan filmini izlemektedir. İzledikleri film ise Angelopoulos’un Arıcı filmidir. Fakat Yunanistan’da çok durmaz yönetmen. Bir arayışın peşinde ülke ülke gezmeye başlar. Bu bakımdan, tıpkı Kitera’ya Yolculuk’ta olduğu gibi, filmde olanca açıklığı ile Odysseus göndermesi vardır diyebiliriz. Çünkü, efsaneye göre ülkesine dönen Ulysses, İthaka’ya döner ama burada çok uzun kalamaz ve yeni bir yolculuğa başlar.
Film Angelopoulos’un önceki filmleri ile birçok ortak nokta barındırmaktadır. Örneğin Yunanistan’a olan bağlılık ve geleceğine dair umutsuzluk hissi çok baskındır. Bu his kendini en çok Yunan taksicinin sözlerinde gösterir. Taksici yönetmen A.’ya “Yunanistan ölüyor. Yunan halkı olarak ölüyoruz. Bizim devrimiz kapandı. Taşlar ve heykeler arasında yaşadığımız 3000 yıldan sonra artık ölüyoruz. Yolun sonuna geldik. Yunanistan ölecekse bir an önce ölmeli. Çünkü can çekişme ne kadar uzarsa ölüm de o kadar acılı olur.“ der. Fakat Ulis’in Bakışı’nı Angelopoulos’un diğer filmlerinden ayıran önemli noktalar da vardır. Bunlardan biri filmde ağırlık olarak İngilizce’nin kullanılmasıdır. Diğeri ise ilk defa filmin büyük bir kısmının başka ülkelerde geçmesidir. Yönetmen A.’yı yollara düşüren arayışının konusu Manaki Kardeşler’in henüz gün yüzüne çıkarılmamış üç bobinidir. Bobinleri bulabilmek için Manakiler’in ayak izlerini takip ederek Balkanlarda ülke ülke gezer. Arnavutluk’a, Yugoslavya’ya, Bulgaristan’a, Romanya’ya, Sırbistan’a ve savaşın sürmekte olduğu Saraybosna’ya gider. Daha önce Yunanistan’ın yaşadığı trajedileri anlatan Angelopoulos bu defa yüzünü daha büyük bir coğrafyaya dönmüş, Balkanların trajedisini anlatmaya koyulmuştur. Manakiler’in izini sürerken bir yandan da onları yaşadığı dönemin siyasi ve politik olaylarını Manakiler’in gözünden izler. Manakiler de yönetmene benzer bir şekilde koca bir coğrafyanın trajedisine tanıklık etmiş Balkan Savaşları’nı ve Birinci Dünya Savaşını görmüşlerdir. Gittikleri her yerde çekimler yapmış bu kayıtlara savaşlar, göçler ve mülteciler de girmiştir. İki dönemde yaşanan olaylar arasındaki benzerlik coğrafyanın bitmeyen trajedisini iyice ağırlaştırır, bir değişmezlik ve umutsuzluk hissini beraberinde getirir.
Fakat bu yolculuk aynı zamanda yönetmenin içine doğru yaptığı bir yolculuktur. Sanatsal anlamda bir yaratıcıklık krizine girmiştir. Angelopoulos yine bir röportajında “Bu bir anlamda benim de krizimdir.” der. Geoff Andrew’in bir yazısında alıntıladığı “Son yıllarda hem iç hem dış sürgün ve yolculuk fikirleriyle uğraştım. Hayallere yer bırakmayan bu yüzyılın sonunda hayal kurabilme ihtimaliyle. Şu an adeta günlük olarak yaşıyoruz ve bir şeye inanmak gerçekten çok güç.” sözleriyle açıklığa kavuşturur krizinin nedenlerini. Bu bir inançsızlık, inanacak, peşinden gidilecek bir şey bulamama hâlidir. Bu hâl, filmde de somutluk kazanır. En son olarak gittiği Saraybosna’da, üç bobini elinde tutan ve onları banyo etmek için uzun uğraşlar vermiş yaşlı adam “Her kesin kaybolduğuna inandığı bir şeyi bulmak için kendinizi tehlikeye attınız. Doğrusu inancınıza hayran oldum. Yoksa.. ümitsizliğinize mi demeliyim?” sözleriyle yönetmenin içine düştüğü hâli anlatır. Yönetmen A. için bobinler içine hapsolduğu sıkışmışlığından bir çıkış, uğruna ölümü göze alabileceği yeni bir inancı temsil eder. Yönetmen aynı zamanda aşk için de çıkmıştır bu yola. İdealindeki kadını aramaktadır. Bu kadın hep farklı karakterlerle ama hep aynı yüzle karşısına çıkar. Ama aradığı aşkı bulduğunu söylemek güçtür. Üsküp’te film arşivinde çalışan kadınla yakınlaşırlar. Ayrılacakları anda yönetmen ağlamaya başlar. Ağlayışını gerekçesi olarak ise “Ağlıyorum, çünkü seni sevemiyorum.” der.
Tarihe, yaşadığı dönemde olup biten her şeyi duygularıyla algılayıp bunu filmlerine yansıtan bir yönetmen için insanların bitmeyen savaşlarda can verdiği, sosyalizmin artık yok olup gittiği bir zamanda inanacak bir şeyi kalmamıştır. Bunu hem filmleriyle hem de yaptığı röportajlarla açıkça dile getirir. Tarih üçlemesinin ardından daha bireysel filmlere yönelişinin bir sebebi de budur belki. Ruhunu ayağa kaldıracak, destansı filmler yaptıracak hareketlilik, inanç yoktur etrafında. Angelopoulos da kaçınılmaz bir şekilde içine dönmüş ve bu çıkışsızlığın filmlerini yapmaya başlamıştır Sessizlik ve Sınırsızlık üçlemeleri ile. Daha sonra Yüzyıl Üçlemesi ile tarihe yeniden bakacaktır ama bakışı Tarih Üçlemesindeki bakışından bir hayli farklı olacaktır.
Melek Yeşilyurt
www.filmloverss.com’dan alınmıştır.