24 Ağustos 2025
417 Okunma
"Aşk hiçbir zaman popüler bir hareket olmamıştır. Ve hiç kimse gerçekten özgür olmak istememiştir. Dünya bir arada tutuluyor çok az sayıda insanın aşkı ve tutkusuyla. Aksi takdirde, elbette umutsuzluğa kapılabilirsiniz. Herhangi bir şehrin sokağında yürüyebilir ve etrafınıza bakabilirsiniz. Unutmamanız gereken şey, baktığınız şeyin aynı zamanda siz olduğudur…Siz o canavar olabilirdiniz, siz o polis olabilirdiniz. Ve içinizde, o olmamaya karar vermek zorundasınız." –James Baldwin
James Baldwin bu sözleri, İngiliz yönetmen Terence Dixon’ın Meeting the Man: James Baldwin in Paris (1971) (Adamla Buluşmak: Paris’te James Baldwin) adlı kısa filminin sonlarına doğru söyler. Çiçek desenli bir kuşak koltuğa yan dönmüş, kamera yüzüne yakın plan yapmış haldeyken, Baldwin ekran dışındaki Dixon’a tutkuyla konuşmaktadır. Baldwin’in ikinci tekil şahıs olarak kullandığı “sen” ifadesinin genel bir “sen”, yani herhangi biri, özellikle de tarihin doğru tarafında olduğunu düşünen beyaz liberal olduğunu düşünebiliriz. Fakat az önce, belgeselin büyük bir kısmını izlemiş durumdayız; belgeselin başlarında Dixon, objektif geçinen açıklayıcı bir anlatımla, çekimler başladıktan sonra Baldwin’in “tavrının değişmeye başladığından ve daha az işbirliği yapar hale geldiğinden” şikayet eder. Filmin can alıcı noktasının bu olduğunu, Dixon’ın anlatmakta olduğunu bilmediği hikayenin bu olduğunu anlamışızdır: Baldwin, Dixon’ın filmine konu olma eylemi içinde, onu ve yirminci yüzyılın ortalarındaki Avrupa’da pek çok beyaz liberalı harekete geçiren, kendinden memnun ve çıkar gözeten kesinlik algısını eleştirir. Dixon’ın, son röportajda ekran dışından Baldwin’e yönelttiği vesayetçi sorularda bu tavrı duyabiliriz. Dixon, Baldwin’e, kenara çekilip sadece kurgu yazabilecekken neden denemeler yazdığını veya siyasi meselelerle ilgilendiğini sorar. Baldwin’in kurgu eserlerinin denemelerinden daha etkileyici ve etkili olduğunu savunur. Kanıt göstermeden, beyazların onun romanlarını siyahlardan daha fazla okuduğunu söyler.
Eğer belgesel, yönetmen ve konu arasındaki üstmetinsel bir mücadeyle başlamasaydı, bu sadece bir başka kötü röportaj olacaktı. Baldwin, yönetmenleri Bastille Hapishanesi’ne götürür ve Dixon neden oraya getirildiklerini sorduğunda şu yanıtı verir:
“İnsanlar bu hapishaneyi yıkmak için çok değil, yakın zaman önce sokaklara döküldü. Ve benim söylemek istediğim, hapishanenin hâlâ burada, içeride olduğu. Onu her zaman inşa ediyoruz. Ben daha çok kendi ülkemden bahsediyorum, Fransa’dan değil. Ben burada, şu anda Amerika’daki pek çok siyasi mahkumu temsil ediyorum… Bu hapishane yıkıldığında, bu Avrupa tarihinde büyük bir olaydı ve Avrupa bunu anlıyor. Ben de bir hapishaneyi yıkmaya çalışıyorum. Bu olay henüz gerçekleşmedi, Avrupa’nın hayal gücünde. Ben hâlâ, Avrupa için, bir vahşiyim. Beyaz bir adam bir hapishaneyi yıktığında, kendini özgürleştirmeye çalışıyordur. Ben bir hapishaneyi yıktığımda ise, sadece bir başka vahşiye dönüşüyorum… Siz benim gardiyanımsınız. Ben sizinle savaşıyorum. Seninle değil, Terry, ama siz İngilizlerle, siz Fransızlarla….”
Baldwin’s Nigger(1968)
Ancak, bu otuz dakikalık film boyunca görürüz ki, Baldwin gerçekten de Terence Dixon ile savaşmaktadır; öyle ki, Dixon beyaz Avrupalı ayrıcalığı ve sofistikesi içinde o kadar rahattır ki, Baldwin’in çalışmalarını -ve dolayısıyla Baldwin adındaki adamı- belirli bir kalıba sokarak tanımlayan bir film yapmakta ısrar etmenin bir tür sömürgecilik olduğunu anlayamaz. Baldwin direnir ve, sanırım çoğu izleyici katılır ki, jenerikler döndüğünde, film yapımcılarının tüm çabalarına rağmen özgür kalır.
Bu, New York City’nin tarihi Film Forum sinemasında 6-12 Ocak tarihleri arasında “James Baldwin Yurtdışında” program başlığı altında gösterilecek olan üç kısa filmden biridir. Diğer ikisi, Horace Ové’nin yönettiği Baldwin’s Nigger (1968) ve Sedat Pakay’ın yönettiği “James Baldwin: Başka Bir Yerden” (1973), sırasıyla Londra ve İstanbul’da geçmekte olup; ilki 46 dakika, ikincisi ise 12 dakika gibi kısa bir süredir. Baldwin’s Nigger, Baldwin’in Londra’daki West Indian Öğrenci Merkezi’nde verdiği bir konuşmanın kaydıdır. Başlık, Batı’daki siyah erkek ve kadınların büyük bir çoğunluğunun etkin bir şekilde kendi tarihlerinden koparılmış olması gerçeğinden gelir. “Amerika’ya girişim bir satış senedidir… Tarihimizin bir noktasında, ben Baldwin’in Niggerri oldum. İsmimi böyle aldım.” Baldwin, Amerika’yı ve kendi ırkçılığıyla yüzleşememesini, bunun Amerika’nın sokaklarında ve Vietnam’ın ormanlarında nasıl oynandığını şöyle ifade eder:
“Bu ülkede gerçekte ne olduğuna bakmalısınız… Kardeş, kardeşi olduğunu bilerek kardeşini öldürüyor. Beyaz erkekler, oğulları olduklarını bilerek Zencileri linç etti. Beyaz kadınlar, sevgilileri olduklarını bilerek Zencileri yaktırdı. Bu ırksal bir sorun değil. Bu, hayatınıza bakıp onun için sorumluluk alıp almamak ve sonra onu değiştirmeye başlamakla ilgili bir sorundur. O büyük Batılı evden geliyorum, o bir evdir ve ben o evin çocuklarından biriyim. Basitçe, o evin en hor görülen üyesiyim. Ve bunun sebebi, Amerikan halkının benim onların eti, onların kemiği, onlar tarafından yaratılmış olduğum gerçeğiyle yüzleşememesidir. Kanım, babamın kanı o topraklarda. Bununla yüzleşemiyorlar. Ve işte bu yüzden Detroit kenti alevler içinde kaldı. Ve işte bu yüzden Saygon kenti sıkıyönetim altındaydı. O evde dört yüz yıldır benim kim olduğumu bilmediklerini biliyorum, ve kızlarıyla evlenemem, ya da kiliselerine gidemem. Onların Asya ormanlarındaki o insanlar hakkında herhangi bir şey bildiklerine inanacak kadar aptal olmam gerekirdi.”
Film çoğunlukla, çok az kamera hareketi ve minimal kurguyla bu konuşmadan oluşur. Komedyen ve aktivist Dick Gregory de sonunda konuşur. Ancak asıl vurgu, hazırlanmış konuşmanın ardından gelen soru-cevap kısmıdır. İzleyiciler, renkçilik (colorism), Amerikalı siyahların Hıristiyanlığa karşı tutumları ve neden Amerikalı siyahların “Zenci” kelimesini kullandığı ve “Siyah” demediği gibi konularda bir dizi soru sorarlar. Baldwin, bu soruların her birine sabır, saygı, mizah ve detayla yanıt verir. Salondaki birkaç beyazdan biri ayağa kalkıp, siyah güç hareketi içinde beyaz liberallerin yeri olduğunu sorduğunda bile, izleyicilerin yuhalamalarına rağmen, Baldwin düşmanca olmayan, ağırbaşlı ve saygılı bir yanıt verir.
James Baldwin: Form Another Place (Başka Bir Yerden -1973): “Üç film arasında en iyisi, en kısa olanıdır. Başka Bir Yerden, sadece on iki dakikada, bir belgeselin, sanatçıyı belirli ön yargılı fikirlere göre şekillendirmeye çalışmadığında neler yapabileceğini bize gösterir….”
Üç film arasında en iyisi, en kısa olanıdır. “Başka Bir Yerden” (From Another Place), sadece on iki dakikada, bir belgeselin, sanatçıyı belirli önyargılı fikirlere göre şekillendirmeye çalışmadığında (“Meeting the Man”) ya da sanatçıyı belirli bir tarihsel olayda objektif (pasif sıkıcı bir şekilde?) belgelemediğinde neler yapabileceğini bize gösterir. Yönetmen Sedat Pakay, Walker Evans ile çalışmış ve ünlü sanatçıların fotoğraflarını çekmek üzere uzun soluklu bir proje yürütmüş uluslararası üne sahip bir fotoğrafçıydı. Baldwin’in yanı sıra Andy Warhol, Mark Rothko, Joseph Albers ve Gordon Parks’ın da fotoğraflarını çekti. Ayrıca Josef ve Anni Albers hakkında bir kısa belgesel ve Walker Evans hakkında iki belgesel yaptı.
Baldwin hakkındaki bu üç filmin herhangi birindeki en dürüst, en savunmasız anlar, Pakay’ın belgeselinin açılış dakikalarında gerçekleşir; burada yazarın bir tespih üzerindeki boncukları saydığını izleriz ve hemen ardından yatakta uyanırken görürüz. Baldwin’in, neden zamanının çoğunu ABD dışında geçirdiğini seslendirme yaparken duyduğumuzda, sadece beyaz bir kilot giymiş halde yataktan kalkar, perdeleri aralayarak güneşli güneşe bakar, odada dolaşır, sigara içer, yatakta uzanır, saati kontrol eder. Sonra, şık bir şekilde giyinmiş halde Baldwin’i, kalabalık bir meydanda dolaşırken görürüz, insanlar ona veya kameraya bakıyordur, hangisi olduğunu söylemek imkansızdır, büyük olasılıkla her ikisi de, çünkü görünüşe göre çevredeki tek Afrika kökenli kişi odur. Kalabalık bir noktada daha da yoğunlaşır ve muhtemelen kameranın arkasındaki Pakay ile sessizce bir tartışmanın ardından, kalabalığın etrafında dolaşarak içeri girebileceği bir yol arar, herkesin ne dinlediğini, ne izlediğini görmeye çalışır. Sonunda, kalabalıkta bir açıklık bulur ve bir adam sert bir şekilde işaret ederek kameraya doğru gelir, hemen ardından kesintiye uğrayarak sokaktaki kitap tezgahlarına geçeriz; Baldwin burada acele etmeden kitaplara göz atar ve kendi kitaplarından birini, Google Çeviri’nin bana söylediğine göre Türkçe “Kara Yabancı” anlamına gelen bir kitabını keşfeder. Daha sonra tekrar Baldwin’in yatak odasına, masasının başına, elinde tespih, cinselliği hakkındaki bir soruya yanıt verirken kesiliriz. Kamera, Baldwin’in profilinde yakınlaşır, yüzünün yan tarafında iki öfkeli sivilce, ve filmde ilk ve tek kez, ağzından çıkan kelimeleri diyejetik olarak (kaynağı görünür şekilde) hem görür hem de duyarız. Bir sigara yakar ve konuşurken kamera sigaraya doğru yakınlaşır:
“Erkeklerle, kadınlarla olan ilişkilerim… konuşulmaması gereken şeylerdir. Birkaç erkeği sevmişimdir, birkaç kadını sevmişimdir. Ve birkaç insan da beni sevmiştir. Sanırım hayatımı kurtaran tek şey bu oldu… İşin püf noktası hayata ‘evet’ demektir. Yalnızca biz 20. yüzyılda herhangi birinin cinsel yaşamının detayları konusunda takıntılıyız. Bu detayların bir fark yarattığını düşünmüyorum. Kendi deneyimlerimde, Amerikalı erkeklerin homoseksüellik konusunda paranoyak olduğunu, bu konudan bazı çok gerçekçi olmayan yollarla dehşete düştüklerini gözlemledim. Çünkü eğer oradaysa, oradadır ve bu dünyada binlerce yıldır var olagelmiştir….”
Baldwin bu sözleri söylerken, filmin müziği devreye girer. Ardından Baldwin’i bir çatıda görürüz, aşağıdaki sokakta, bir adamın ayı kostümlü başka bir adamla güreştiğini görürüz. Ama hayır, bu bir ayı kostümü değil, gerçek bir ayıdır. Tasmalı bir ayı daha vardır, bir vurmalı çalgı çalan bir adam, sokak performansçıları. Baldwin, Linda ve Sonny Sharrock ve onların grubu Savages’tan gelen bu müziğin (akustik gitar, vurmalı çalgılar, inleyen vokaller, sözsüz şarkı) eşliğinde ayakkabısını parlattırır, güvercinleri besler, bir tekneye biner, espresso içer.
Bu küçük bir mucizedir, bir belgesel incisidir, ancak nihayetinde üçü arasında bir film sanatı olarak harika olan tek örnektir. Meeting the Man (Adamla Buluşmak), nasıl belgesel yapılmaması gerektiğine dair çarpıcı bir örnek olarak görülmeye değerdir ve Baldwin’s Nigger belirli bir zaman ve mekanın bir belgesi olarak değerlidir. Ancak insanlar Baldwin’i bir insan, sanatçı ve düşünür olarak tanımak istiyorlarsa, bunun en iyi yolu elbette onun eserlerini, özellikle de denemelerini ve romanlarını okumaktır. Ama onu konuşurken görmek ve duymak istiyorlarsa, bunun en iyi yolu Raoul Peck’in Oscar’a aday gösterilen muhteşem belgeseli Ben Senin Zencin Değilim (2016)‘i izlemektir. Bu belgesel, neredeyse tamamen Baldwin’in sesinden—hem arşiv görüntülerinden hem de Samuel L. Jackson’ın seslendirmesinden—oluşan bir hazine sandığıdır. Çağdaş dünyaya Baldwin’in sadece büyük bir yazar değil, aynı zamanda parlak bir konuşmacı ve en büyük kamusal entelektüellerimizden biri olduğunu hatırlatan belgesel bu olmuştur. Ve eğer zaten Peck’in belgeselini izlediyseniz, muhtemelen yine de bu üç daha az bilinen filmi görmek isteyeceksinizdir.
NOT:
Bu Makalenin yazarı John Talbird, The World Out There (Madville Publishing, 2020) adlı romanın ve A Modicum of Mankind (Norte Maar, 2016) adlı kitapçığın yazarıdır. Kurgu ve denemeleri Ploughshares, Potomac Review, Ambit, Juked, The Literary Review ve Riddle Fence dahil olmak üzere birçok yerde yayınlanmıştır. Retreats from Oblivion: The Journal of NoirCon için Kurgu Yardımcı Editörü ve Green Hills Literary Lantern‘ın yayın kurulundadır. Queensborough Community College-CUNY’de profesör olan Talbird, eşi ve oğluyla New York City’de yaşamaktadır.
https://filmint.nu’dan SinemaNova İçin Çevrilmiştir.