5 Nisan 2025
34 Okunma
Sex Pistols'ın ilk canlı performansı ile Margaret Thatcher'ın Muhafazakar Parti liderlik yarışında Edward Heath'i yenerek Birleşik Krallık'ın büyük bir siyasi partisinin ilk kadın lideri olarak tarihe geçmesi arasında geçen 1975 yılı, Britanya yaşamını şekillendiren çelişkili kültürel güçlerin bazı net işaretlerini sunuyordu.Birleşmiş Milletler'in "Uluslararası Kadın Yılı" ilanı ile "Cinsiyet Ayrımcılığı Yasası" ve "Eşit Ücret Yasası"nın yürürlüğe girmesi, ikinci dalga feminizmin somut kazanımlarıydı; ancak sürekli yükselen işsizlik oranı iç karartıcı bir haberdi. Futbol holiganizmi yaygındı; Avrupa entegrasyonu konusundaki ayrılıklar hem halk hem de hükümet düzeyinde belirgindi. Ve haziran ayında kar yağdı.
En azından “Fawlty Towers” ve “The Good Life” gibi dizilerin ilk sezonları, TV izleyicilerine yeni bir sitkom zekası sunmuştu. Sinemadaysa, devam eden finansal zorluklara rağmen cesur ve özgün filmler yapılıyordu. Nitekim, ABD finansmanının İngiliz film yapımlarından çekilmesi, 1975’e gelindiğinde yeni yaratıcı ortaklıklara yol açmıştı: Pink Floyd ve Led Zeppelin’in “Monty Python and the Holy Grail”’e fon sağlaması veya Avustralyalı müzik girişimcisi Robert Stigwood’un Ken Russell’ın rock opera şaheseri “Tommy”’yi üretmesi gibi.
Bu filmlerin anarşist ruhu, ulusal ruh halinin bir yansımasıydı; tıpkı bazı yönetmenlerin kırsal yaşam ve İngiliz tarihine getirdiği radikal bakış açısı gibi. Bazıları İngiliz edebiyatı klasiklerinden veya Avrupa tiyatrosundan ilham alırken, diğerleri çağdaş ana odaklandı. Siyahi Britanyalıların deneyimleri, ilk kez bu kadar detaylı, çeşitli ve dürüst bir şekilde İngiliz sinemasında yer buldu.
Autobiography of a Princess (Bir Prensesin Otobiyografisi)
Yönetmen: James Ivory
Madhur Jaffrey’nin canlandırdığı prenses, James Mason’ın Cyril Sahib’ini Kensington’daki dairesinin oturma odasına buyur eder, çay ikram eder ve birlikte izlemek üzere eski bir film görüntüsü hazırlar. Buluşmalarının nedeni, yokluğu hissedilen bir figürün doğum günüdür: Prensesin merhum babası, Hindistan’da Cyril’in İngilizce hocası olduğu Maharaja. Ancak sohbet ilerledikçe ve görüntüler gözlerinin önünde canlandıkça, ikilinin geçmişe ve kutladıkları adama dair farklı anıları olduğu ortaya çıkar.
Londra’da beş gün gibi kısa bir sürede ve çok küçük bir bütçeyle çekilen Merchant Ivory’nin bu 60 dakikalık filmi, sonraki çalışmalarının temalarına adeta öncülük eder. Ruth Prawer Jhabvala’nın incelikli senaryosu, hem gönüllü sürgünden bakılan değişmiş bir Hindistan’ın sosyal portresini çizer, hem de iki usta oyuncunun dikkat çeken performanslarıyla derinlik kazanan bir karakter incelemesine dönüşür. Üstelik, arka planda hissedilen zarif bir eşcinsel alt metniyle.
Barry Lyndon
Yönetmen: Stanley Kubrick
William Makepeace Thackeray ile Stanley Kubrick’in sanatsal mizaçları birbirine taban tabana zıt görünebilir, ancak asi yönetmen, ilkinin 1844 tarihli romantik edebiyat parodisi olan ve pikaresk* temalarla hızla ilerleyen romanından, mirası yüksek sanata dönüştüren olağanüstü bir film yarattı.
Ryan O’Neal’ın başrolde düşünülmedik ama etkili bir seçim olduğu bu yapımda, yakışıklı maceracı, savaş alanlarında ve seçkinlerin arasında aynı zarafetle ilerleyerek servet ve sosyal statü peşinde koşar. Ken Adam’ın titizlikle detaylandırılmış prodüksiyon tasarımı ve John Alcott’un 18. yüzyıl resimlerine gönderme yapan görüntü yönetimiyle Kubrick, ana karakterin serüvenlerinden alaycı, görkemli ve büyüleyici bir şölen çıkarır.
* pikaresk: 16. yüzyılda şövalye romanlarına ve kır yaşamını konu alan romanlara tepki olarak ortaya çıkan; toplumun aşağı tabakalarındaki düzenbaz, dalavereci ancak becerikli ve kurnaz bir kahramanın maceralarını işleyen roman türü.
Hedda
Yönetmen: Trevor Nunn
1970’lerde kadınlar için sağlanan toplumsal ilerleme, İngiliz sinemasına bariz şekilde yansımadı. Kadın yönetmenlerin uzun metraj filmlerinin azlığı, şaşırtıcı olduğu kadar çarpıcı bir gerçekti. (Jane Arden’in 1972’de çektiği feminist ve deneysel film “The Other Side of the Underneath”, bu açıdan nadir bir istisnaydı.) Yine de, zengin ve karmaşık kadın karakterler en azından beyazperdede yer buldu – sinemacılar bazen onları bulmak için 19. yüzyıl romanlarına veya oyunlarına dönmek zorunda kalsa bile.
Maggie Smith ve Glenda Jackson, bu on yılda Ibsen’in “Hedda Gabler”‘ının farklı sahne prodüksiyonlarında büyük başarı kazandı (Smith’in performansını Ingmar Bergman yönetmişti). Ancak sadece Jackson’ın performansı filme alındı: Trevor Nunn, Royal Shakespeare Company’nin dünya turundaki sahnelemesini, elektrikli bir yoğunluk taşıyan bu uyarlamayla beyazperdeye taşıdı. Jackson, Ibsen’in en zorlu kadın karakterlerinden birinde mükemmel bir seçimdi; Timothy West, Peter Eyre ve sinemadaki ilk rolüyle Patrick Stewart gibi oyuncular da ona harika bir destek verdi.
In Celebration (Kutlamada)
Yönetmen: Lindsay Anderson
Orijinal 1969 prodüksiyonunun oyuncu kadrosu ve yönetmeniyle sahneden beyazperdeye geçiş yapan bir diğer eser de, övgüye değer American Film Theatre serisi için sinemaya uyarlanan David Storey’nin “In Celebration” oyunuydu.
Storey ile yönetmen Lindsay Anderson’ı, “This Sporting Life” (1963) filmindeki başarılarından on yılı aşkın bir süre sonra yeniden bir araya getiren bu dram, bir aile buluşmasını merkezine alır: Üç oğul, ebeveynlerinin 40. evlilik yıl dönümünü kutlamak için doğdukları maden kasabasına döner. Anderson, özellikle performansları öne çıkaran süssüz bir yaklaşım benimser; bu performanslar son derece inandırıcı bir aile dinamiği yaratır. Babalarının mesleğini bırakarak kendi hedeflerine -kısmen başarılı, kısmen başarısız- yönelen üç kardeşi canlandıran Alan Bates, Brian Cox ve James Bolam, büyüleyici bir üçlü oluşturur.
Monty Python and the Holy Grail (Monty Python ve Kutsal Kase)
Yönetmenler: Terry Jones ve Terry Gilliam
1970’lerin Britanya sinemasında TV komedi dizilerinin sinemaya uyarlanması yaygın – ve genellikle göze çarpacak kadar vasat – bir pratikti. Ancak Python ekibinin bu işin altından kalkacağı zaten belliydi: Uçan Sirk’in absürt mizahını bir macera öyküsü kurgusuna ustalıkla monte ettiler. Terry Jones ve Terry Gilliam’ın yönetmenliğinde, John Cleese, Graham Chapman, Michael Palin ve Eric Idle’ın çoklu rollerle yeteneklerini konuşturduğu bu Arthur efsaneleri (ve daha pek çok şey) parodisi, başlangıçta bir “komedi klasiği adayı” olarak hemen kabul görmese de yıllar içinde giderek daha çok sevildi. Hatta 2005’te Idle’ın hit müzikal “Spamalot”’una ilham kaynağı oldu.
Animasyon ara sahnelerden rastgele kılıç şakırtılarına, ölümcül bir tavşandan “Ni!” diyen şövalyelere, Chapman’ın “klasik İngiliz oyunculuğu”ndan Fransızların yaratıcı hakaretlerine ve (Brütalist’inkinden kısa) bir antrakt’a uzanan bu epik saçmalıklar dizisi, Palin’in yazdığı “İskandinav” jeneriğinden (tam anlamıyla) “tutuklayıcı” finaline kadar tempoyu hiç düşürmez.
Pressure (Baskı)
Yönetmen: Horace Ové
Bazen 1976 yapımı olarak geçse de “Pressure” aslında 1975 Londra Film Festivali’nde prömiyer yaptı; ancak içeriğiyle ilgili endişeler nedeniyle gösterime girişi gecikti. Horace Ové’nin Sam Selvon’la birlikte senaryosunu yazdığı bu büyük ilk film, Batı Londra’da geçer ve başkarakter Tony’nin (Herbert Norville) politik bilinçlenme sürecini belgeler. Trinidadlı göçmen bir ailenin ergenlik çağındaki oğlu Tony, sınırlı hayat olanakları karşısında hayal kırıklığına uğrarken bir yanda ebeveynlerinin “uyum sağlama” çabası, diğer yanda abisinin Siyah Güç hareketine kendini adamışlığı arasında sıkışıp kalır.
Britanya’nın ilk siyahi yönetmenli uzun metraj filmi olan “Pressure”, kuşaklar arası gerilimleri bir aile dramı üzerinden aktarırken toplumsal eleştiri de sunar. Sinema tarihindeki yeri zaten garanti altında olmalıydı. Neyse ki, filmin son restorasyonu ve yeniden gösterimiyle yeni bir kuşağa ulaşması, onu hem bir klasik hem de Britanyalı siyahi sinemasını cesaretlendiren silinmez bir etki olarak sağlamlaştırdı.
Requiem for a Village (Bir Köy İçin Ağıt)
Yönetmen: David Gladwell
1970’lerin kırsal sinemasındaki vizyoner dönüşüm – Alan Clarke’ın “Penda’s Fen”’inden (1974) Peter Hall’ın “Akenfield”’ine (1974) kadar izlenebilen – David Gladwell’ın bu tuhaf filmiyle bir başka tuhaf doruğa ulaşır. Yaşlı bir adamın anıları ve fantezilerinin ritmine göre şekillenen bu özgün yapım, Lindsay Anderson gibi isimlerle çalışmış usta bir kurgucu olan Gladwell’ın imzasını taşır. Hall’ın filmi gibi Suffolk köyünün bir portresini çizen yapım, zaman dilimleri arasında akışkan ve çağrışımsal geçişler yapar; ancak bu kez çok daha şaşırtıcı ve sıra dışı imgelerle.
Filme sıklıkla yapıştırılan “folk horror” etiketi tam uymasa da, “Requiem for a Village” asla dingin bir nostalji hayali değildir: Bir cinsel şiddet montajı, tam da amaçlandığı kadar rahatsız edicidir. Geleneğin ve modernitenin çatışmasını güçlü bir şekilde resmeden film, bu gerilimi son derece çarpıcı biçimde yansıtır.
The Rocky Horror Picture Show
Yönetmen: Jim Sharman
Mütevazı bir Royal Court prodüksiyonundan küresel bir kült fenomene dönüşen Jim Sharman’ın bu filmi, Richard O’Brien’ın parodi korku, bilimkurgu ve geceyarısı filmlerinin aşırılıklarını harmanlayan muhteşem müzikalini sinematik anlamda hak ettiği şekilde perdeye taşır. Fırtınalı bir gecede Dr. Frank-N-Furter ve tuhaf dostları, uşakları, sapkın deneyleriyle dolu eski bir konağa sığınan saf Amerikalılar Susan Sarandon ve Barry Bostwick, burada baştan çıkarılmaların, işkencelerin ve özgürleşmelerin hepsini rock, gospel, glam, pop ve torch song karışımı unutulmaz bir müzik eşliğinde yaşar.
Tim Curry’nin “travesti” rolünde (iddia ettiği kadar tatlı olmayan) elektrik veren performansıyla “Rocky Horror”, prömiyerinin üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen hiç eskimeyen, queer sinemanın başyapıtlarından biri olmayı sürdürüyor. Dr. Frank’in dediği gibi: “Kendinizi mutlak zevke teslim edin.” Bu filmi izlerken yapılacak tek (ahlaklı/ahlaksız) şey de bu zaten.
Tommy
Yönetmen: Ken Russell
Hiçbir zaman tembel olmayan Ken Russell’ın 1970’lerde özellikle üretken bir dönemi oldu – sadece 1975’te bile iki filmi vizyona girdi. *Lisztomania* tartışmasız ihtişamlı sahneler barındırsa da, The Who’nun rock operasından uyarlanan *Tommy* daha tutarlı bir başyapıttır. Rock müziğe karşı mesafeli olduğunu açıklayan Russell bile bu materyali, bazı sahneleriyle *Rocky Horror*’u bile sönük bırakan göz kamaştırıcı bir görsel-şölen haline getirmiştir.
Kahramanının II. Dünya Savaşı’nın bitiş günü doğumundan travmatik gençliğine, “pinball sihirbazı”ndan dini gurua dönüşümünü izleyen *Tommy*, aynı zamanda savaş sonrası Britanya’nın ve giderek artan ticarileşmenin bir fantazyasıdır. Bu açıdan bakıldığında, çizgi film tadındaki anlatımı kadar zekice gözlemlerle de yüklüdür – şaşırtıcı tasarım dokunuşları ve unutulmaz cameolar (Tina Turner’ın “Acid Queen” performansına bakın) ile daha da güçlenen bir film. Ann-Margret ise Elvis’le yapamadığı her türlü çılgınlığı Tommy’nin annesi rolüyle perdede sergiler. The Who’nun heyecan verici müziğiyle desteklenen Russell’ın coşkusu, izleyiciyi nefes nefese bir final sürükler.
Winstanley
Yönetmenler: Kevin Brownlow ve Andrew Mollo
Kevin Brownlow ve Andrew Mollo’nun “Winstanley”’si, İngiliz tarihinin hayati önem taşıyan, son derece zengin ama dramatik açıdan az işlenmiş bir dönemine canlı bir gerçeklik kazandırıyor. Gerrard Winstanley ve Digger grubunun 1649’da Surrey’deki St George’s Hill’de eski ortak meralar üzerinde kurduğu kolektif tarım yerleşimi, yalnızca tarihsel değil aynı zamanda filmin çekildiği dönemle ve karşı kültür idealleriyle güçlü bir yankı bulan sembolik bir öneme sahip.
“Winstanley”, David Caute’nun 1961 tarihli “Comrade Jacob” romanını, yazarını tamamen memnun etmeyen bir şekilde uyarlar – Caute, filmin başkahramanın çelişkilerini ve dini coşkusunu yeterince işlemediğini savunmuştur. Ancak doğaçlama unsurlar, Winstanley’nin yazılarından alıntılanan anlatı bölümleri ve Ernest Vincze’nin muhteşem siyah-beyaz görüntüleriyle Brownlow ve Mollo’nun filmi, İngiliz geçmişine dair derinden etkileyici bir evokasyon olmayı sürdürüyor.
Alex Ramon
https://www.bfi.org.uk’den SinemaNova için çevrilmiştir.