6 Ocak 2024
69 Okunma
Usta macar yönetmen Istvan Szabo’nun iktidarların karşısındaki bireylere mercek tuttuğu üçlemesi, en bilineni ve aynı zamanda üçlemenin de ilk filmi olan Mephisto haricinde sırasıyla Oberst Redl (Albay Redl) ve Hanussen’den oluşuyor.
Tematik filmlere imza atan ve temalarını karakterleri üzerinden görünür kılan Istvan Szabo, bu üçlemesinde de aynı yolu ziyadesiyle takip ediyor.Çok net söylemleri olan yönetmen, bu üç filmde de söylemlerinin altını kalınca çizmeden işin peşini bırakmıyor. Neticede üzerinde ciddi çalışılmış bir tez düzeyindeki çıkarımın temel dayanaklarının (sağlam senaryodan iyi yönetilmiş oyunculuğa, öznel bakış açısındaki sağlamlıktan tarihi atmosferin başarılı yansıtılışına kadar…) sağlamlığına haklı olarak güvenen yönetmen, tarafını ortaya koymakta hiçbir çekince görmüyor. Tıpkı çok sevdiğim filmi Taking Sides’ta (Taraf Tutmak) olduğu gibi… Ve seyircinin sadece seyirci olarak kalmasına izin vermeyerek; onları da ‘kışkırtarak’ gerçekleştiriyor bunu. Ama bunu yaparken kesinlikle didaktik olma kolaylığını seçmiyor: bir karakteri, bütün boyutlarıyla, çoğu kez de çocukluklarından itibaren izledikleri çizgiyi takip ederek-ettirerek kanlı canlı ve özgün kılıyor. Sözgelimi The Door’da -Helen Mirren faktörünü de unutmadan- yaşlı kadın Emerenc’i akıldan kolay kolay çıkmayacak bir şahıs olarak imleyebiliyor.
Filmlere geçmeden önce üç filmde de başroldeki Klaus Maria Brandauer’e değinmeden olmaz.Klaus Maria, eşiğe çok yaklaşmış ama o eşiği türlü sebeplerden ötürü geçemeyen (ya da geçmek istemeyen), bu yüzden de kendisiyle ve etrafıyla savaşım içinde olan bireyi, çok çok iyi canlandırıyor. Zaman zaman teatral bir oyunculuk sergilemiş olsa da bu hiç rahatsız etmiyor- Çünkü bir ruh görünmek için mimiklere bazen fazla ihtiyaç duyar.
Birçok durumda, yarattığınız karakterlerin kimliklerine sadık kalamayışlarını izliyoruz o zaman…
-Belki onlar kendilerine sadık kalacaklar ama dünya izin vermiyor. Bunlar kabul görme arzusu taşıyan karakterler, çünkü yetenekliler. Onlar bu yeteneği kullanmak isterken, dünya başka bir yönde kullanmalarını sağlamaya çalışıyor. Sorun her zaman tarih, politika ve ideolojilerden kaynaklanıyor. ‘Mephisto’daki aktörü, ‘Albay Redl’daki subayı, ‘Julia Olmak’taki aktrisi ele alın. Hatta ‘Gün Işığı’ndaki karakterler ve ‘Taraf Tutmak’taki Wilhelm Furtwangler, hep yetenekli insanlar. Ellerinde dışavurmak istedikleri bir şey var ama dünya onlardan başka bir şey talep ediyor. Burada esas soru taviz verip dünyaya boyun eğip eğmeyeceği. Ve taviz veren insanlar bazen kendilerini kaybediyor, hepsi bu.( Evrim Kaya’nın Istvan Szabo ile yaptığı, Agos’ta yayınlanan söyleşiden alınmıştır.)
Hamburg’da, devrimci bir tiyatrocu olan Hendrick bir teklif üzerine Berlin’e gider. İktidarda ise gittikçe palazlanan Naziler vardır. İktidarın kanatları altına giren Hendrick gittikçe kendinden ve sanatından ödünler vermeye başlar. Hatta; başlarda çelişkiler yaşasa da herşeye rağmen sanatını-aslında gücünü- devam ettirebilmek için iktidarın savunucusu haline gelir.
Hendrick’e Hitler’in sanatsal versiyonu diyebiliriz. Provalar esnasındaki epik tiyaroyu savunurken sergilediği hareketler ve ses tonu düpedüz Hitler’i çağrıştırır. Ayrıca Hitler’in resim akademisine alınmamasından dolayı hissettiği ezikliğin bir benzerini Hendrick, çocukken müzik hocasının ona sesinin çok kötü olduğunu söylemesi üzerine hissetmiştir. Üstelik de bir melek gibi mırıldandığını düşünürken… Neticede Hitler yıkıcı bir lidere dönüşürken Hendrick de hırsını yine sanatla giderme yolunu tercih etmiştir.
Almanya Başbakanı, Mephisto oyunu arasında locasına çağırdığı Hendrick’e şu sözleri söylüyor: ”Oyunculuğun sırrı bu olsa gerek , zayıf olsan da güçlüyü canlandırabilmek.”Nazilerin kanatları altına giren Hendrick bolşevik ve devrimci ruhunu kaybetmiştir.Dolayısıyla esas tarafını kaybettiğinden kendini de kaybetmiştir.İşte Hendrick’in omurgasının röntgeni niteliğindeki bu sözler onun oyunculuğu hangi amaçla icra ettiğini açık eder.
Köyde yetişen Redl, çocukluğundan beri annesi tarafından İmparator’a her daim saygı duyması ve ona hizmet etmesi gerektiği düşüncesiyle beslenmiştir. Nihayetinde Redl, Habsburg Hanedanı’nın (Avusturya-Macaristan İmp.) temsil ettiği güce tapınır hale gelmiş ve bu gücü ayakta tutmak için herşeyi yapabilecek fedakar birisi olmuştur.
1.Dünya savaşı ufukta görünürken İmparator’un bütün yanlışlarına rağmen ne olursa olsun Redl, monarşiyi ayakta tutmak için çabalamaktadır. Bu arada Arşidük (öldürülmesi 1.dünya savaşının resmen başlamasına neden olmuştur) İmparator’a komplo kurup onun yerine geçmek istemektedir. Bu amacı için de Albay Redl’i kullanır. Redl, durumun farkına varsa da kendini bu komplonun içinden çekip çıkaramaz.
Karışmış olmak günah değil, ama hala içinde kalmak günah.
Montaigne
Albay Redl’in sarfettiği yukarıdaki özdeyiş için filmin ana fikri desek yanlış olmaz. Redl, nasıl bir yanlışın içinde olduğunun artık bilincinde olsa da bundan kendini alıkoyamaz. Çocukluğundan itibaren benliğini saran iktidar imgesinin sarmalından kendini sıyıramadığı için güçlünün (Arşidük) yanında olmaya devam eder. Bunun için de yahudi ve eşcinsel kimliğini de saklaması gerekir. Neticede Redl’in her daim iktidar istemi onu kendi benliğine yabancı kılar. Çünkü çoğunlukla olduğu gibi filmin de betimlediği iktidar kavramı dil, din, ırk, cinsel tercih vs. farklılıklarını insanları alt-üst kategorisine sokmak için kullanır. İktidarın doğasında bu vardır.
”Ben yüksek enflasyon yüzünden insanların sıkıntı çektiği, savaşın harap ettiği, parçalanmış Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun, Orta Avrupa’nın ferdiyim. Bu insanların yüzünde endişe var, korku var: Gelecek korkusu… Bu yüzden falcılara ve kiliselere gidiyorlar. Bastırılmış, çözülmemiş sorunları için.İnsanların söylemeye cesaret edemediklerini söylemelerine yardımcı oluyorum ve onlara savaşın gerçek yüzünü gösteriyoum.(Şarlatanlıkla suçlanan Hanussen mahkemede kendini savunuyor.)
Geleceği görme yetisi olan Hanussen, düzenlediği gösterilerle kısa sürede ün ve paraya kavuşur.Ünlü Reichstag Yangını’ndan tutun da Hitler’in iktidara geleceğini görmesine kadar bir çok siyasi ve sosyal olayı önceden görür; fakat gördükleri karşısında herhangi bir tavır almaz ve taraf tutmaz; işini sürdürmeye devam eder. Hatta bu yüzden en yakın arkadaşı bile onun Hitler’in iktidara geleceğini beyan etmesini bir tür propaganda olarak görür ve onunla yollarını ayırır.
Bir sahnede Hanussen, doktoruna çocukken yanan bir eczaneyi seyrettiğini sonra da rüyasında kurşuna dizildiğini gördüğünü anlatıyor .Hanussen eczacının kızına ilgiliymiş fakat yangından sonra aile orayı terketmiş. Bunun sonucunda anlıyoruz ki Hanussen olaylara yüklediği anlamları kaybetmiş. Acı verici olduğundan olsa gerek neden sorusunu sormamış ya da sormak istememiş kendine. Benzer bir süreci, Hitler’in iktidara gelmesi, parlemento binasının yakılması ve Hanussen’in akıbetinde de görürüz. Tabi ki Hanussen’i anlamak için geçmişteki tek bir olaya fazla yüklenmemek gerekir. Zaten film de bunu yapmaz; Hanussen’i para, şöhret ve güç çemberinden çıkmak istemediği için ‘neden’ sorusunu sormaktan kaçınan biri olarak lanse eder.
Turgay Kaplan
www.tabutmag.com’dan alınmıştır.